14 Aralık 2013 Cumartesi

Az Acılı Festival

"Uçak biletlerini karşılamıyoruz, otobüs biletinizi getirdiğiniz takdirde yol parasını alabilirsiniz, dedi telefondaki yetkili ses. Anadolu'nun film festivallerini iplemeyen bir kentinden arıyordu. "

        "Uçak biletlerini karşılamıyoruz, otobüs biletinizi getirdiğiniz takdirde yol parasını alabilirsiniz" dedi telefondaki yetkili ses. Anadolu'nun film festivallerini iplemeyen bir kentinden arıyordu. İki kısa filmim de yarışma bölümüne seçilmişti ve festivale davetliydik.
        Filmin ekibinden bir arkadaşla top kek servisini beğendiğimiz bir otobüse atlayıp yola çıktık. Çubuk kraker ve biskremle geçen 12 saatten sonra otogara vardık. Otogarda bizi karşılayan kimse yoktu. Sanatçı dediğin havaalanında karşılanır, otogarlar akraba karşılamak içindir. Telefonda kalacağımız otelin yerini tarif etmişlerdi. "Eşşek kadar adamlarsınız oteli bulursunuz" diye düşünmüş olmalılar. Eşşek değildik, bulduk.
        Otelin lobisinde festival komitesinden gözlüklü güzel bir kız(her festival komitesinde güzel olmasa da gözlüklü, saçları tuhaf şekilli bir kız vardır) ve iki erkek öğrenci bir masa açmış davetlilere yardımcı oluyorlardı. Bizi karşıladılar ve içinde hediyeler olan kocaman bir bez çanta verdiler.
        Odalarımız iki kişilikti. Arkadaşım Davut'la odaya yerleştik. Derhal bize hediye ettikleri çantaların içine baktık. 500-600 sayfalık eşşek ölüsü gibi bir festival kitabı(hemen kitaptan ismim ve fotoğrafımın olduğu sayfayı buldum), festivalin adı yazan saçma sapan tabak gibi bir şey, festival programı ve en önemlisi ve de işimize en çok yarayanı yemek biletleri.
        Odamızı inceledik, küçük bir balkonumuz vardı ve küçük bir havuza bakıyordu. Banyo ve tuvalet önemliydi bizim için, bu konuda hassastık. Güzel bir banyoda taşaklarını yıkamak insana kendini iyi hissettirirdi. Arkadaşımla prensiplerimiz vardı iyi yemek ve iyi bir yere sıçmak istiyorduk.
        Kısa filmciler ve uzun metrajlı filmciler ayrı otellerde kalıyordu. Uzun metrajcıların otelleri daha lükstü. Kısa filmciler onlarla aynı otelde kalmak istiyordu. Ben ise her ikisinin kalmadığı bir otelde kalmak istiyordum.
        Telefon çaldı. Festival görevlisi bir arkadaş yemekten sonra ilimizin bilmem hangi tarihi mekanını gezintiye çıkıyoruz gelmek istiyorsanız şu saatte lobide olun dedi. Tabiki de istemiyorduk. Oldum olası toplu gezintileri sevmem, arkadaşım ise benden daha huysuzdu bu konuda. Daha otele yeni yerleşmiştik, fotoğraf makinemi alıp coşkularına ortak olmamı bekliyorlardı hemen. Yeni insanlarla tanışmak, hayatım hakkındaki sorularına cevap vermek yoruyordu. Hiçbir şey merak edecek havada değildik. Akşam yemeğinden sonra duş alıp ertesi günkü kahvaltı saatine kadar uyuduk.
        Kahvaltı saati gelmişti ve muhtemelen tüm kısa filmcileri görecektim. Festivalcilerin en büyük özelliği kahvaltı kaçırmamaktır. Bedava olan her şeyden azami derecede yararlanılmalıdır şiarıyla hareket ederler. Bir gün başka bir festivale gitmiştim ve odama yerleşmek için asansör bekliyordum. Asansörün kapısı açıldı ve bir sinema eleştirmeniyle karşılaştım. Selam verecek zamanı yoktu. "Kahvaltı süresinin bitmesine 10 dk var" deyip Rüzgar Gibi Geçti yanımdan. Geçerken yarattığı rüzgar yüzünden iki gün nezle gezdim.
        Bir diyetisyene kalp krizi geçirtebilecek miktarda tabaklarımızı doldurup masalarımıza oturduk. Yanımda kısa filmci bir dahi oturuyordu. Festival şartlarından şikayetçiydi. Otobüsle geldiği için veryansın ediyordu ve otel odası niye iki kişilikti. Cebinde kardeşinin öğrenci akbiliyle dolaşıyordu. Odalar iki kişilikti ama öyle bir kızıyordu ki sanki iki kişiye tek yatak vermişlerdi. Rahatça mastürbasyon yapamıyordu herhalde. Çoğu kısa filmcinin filmlerine harcadıkları bütçe otel masraflarını karşılamıyordu.
        Ben ve Davut her şeyden memnunduk. Sabah kahvaltımızı yapıyor, dandik bir iki kısa film izledikten sonra evden uzakta oluşumuzu anlamlandırmak için güzel bir lokantada kendimizi az acılı kebaplarla şımartıyorduk.
        Kısa filmlere halkın ilgisi ise malum; ne halk vardı ne de ilgi. Kısa filmciler birbirlerinin filmlerini izliyordu. Filmlerimiz yarıştığı için rakiplerimizin filmlerini merak ediyorduk. Yoksa sanat aşkından falan değil. Filmler kötü olunca rahat bir nefes alıyorduk. Filmler ne kadar kötüyse ödül alma şansınız o kadar artar. Filmlerin kötü olması izleyiciler için kötü bir şeydir, filmciler için değil.
        Festival umrumuzda değildi, maksat biraz gezmekti. Ben yine arkadaşıma göre daha ilgili sayılırdım çünkü filmlerim yarışıyordu ve ödül istiyordum.Ödül almayı hak etmediğini düşünen birine rastlamadım hiç. Ödül isteyen kişi kendi filminin süperliğinden ziyade diğer filmlerin kötülüğünü anlatır.
        Filmlerin çoğu sosyal sorumluluk çerçevesinde işlerdir. Çaresiz tuhaf hastalıklar, yalnız yaşlılar, engelliler, yolları olmayan köylüler, huzurevleri bir serzeniş bir feryat bir kıyamet. Ana haberlerde yapılan ajite haberler gibilerdi. Sigortasız işçileri anlatıyorsan al filmini belediyeye git bir işe yarasın. Vicdanlara seslenerek ödül almayı bekliyorlar. Bunların hepsini "Belediye Filmleri" kategorisinde toplayacaksın. Bu anlattıkları umurlarında olsa keşke. Ödül aldıkları zaman da jilet gibi giyinip ağızları kulaklarında anne-babalarına ve hocalarına selam söylüyorlar sahneden.
        Davut bu kötü filmleri izlemek istemiyordu, ben de istemiyordum ama kötü filmleri izledikçe ödül alabileceğim ihtimali artıyor ve seviniyordum. Davut'u biraz sakinleştirmek adına bir kebapçıya götürdüm. 1 buçuk porsiyon az acılı kebap yedikten sonra biraz yatışır gibi oldu. İzlediği filmleri unutması kolay olmadı. Geceleyin yataktan kabuslar eşliğinde uyanıyordu. Bazen yorganın altında ağlerken buluyordum onu. "Gidelim buralardan" diyordu. Daha kullanabileceğimiz yemek biletlerini gösteriyordum ona kalmaya ikna etmek için. Ne zaman kahvaltıda yemekten ve otelden şikayetlenen bir kısa filmci görse sinir krizleri geçiriyor ağzından köpükler geliyordu. Onu kısa filmcilerden uzak yerlere götürüyordum.
        Genellikle festivaller, ödül alan kişi törende hazır bulunsun diye önceden kendisine haber verirler. Festivalin sonlarına doğru tüm kısa filmcilerde gergin bir bekleyiş başlar. Telefonların şarjları ve sessiz modunda olup olmadıkları kontrol edilir. Arkdaşalarımıza gelen telefonlara kıllanırız. İsimsiz her aramayı büyük bir heyecanla açar ve alacaklılara yakalanırız. Ama bazen festivaller aramak yerine bir basın toplantısı yaparlar. Bizimki de öyle oldu.
        Dört kişilik jüri heyeti ödülleri açıklamak için sabahın erken bir saatinde basının karşısına geçti. Nefesler kesilmiş, jürinin ağzından çıkacak isimler merakla bekleniyordu. Nezaket gereği tüm filmler süperdi, zorlandık yalanı söylendi. Sikeyim tüm filmleri söyle artık noktasındaydım. Söyledi. Ama benim adımı değil.
        Otele geri döndüm. Davut kahvaltıdaydı.Ödüllerin açıklanacağını biliyordu ama umrunda değildi. Tüm kısa filmciler basın açıklamasında olduğu için rahat bir kahvaltı yapıyordu. Kendime bir kahvaltı tabağı yapıp yanına oturdum. "Neden kuru kayısı yemiyorsun bağırsakları çalıştırıyor" dedim. Aynı odada kaldığımız için biraz da şikayet eder gibi " Yeme amk. o zaman"dedi. Ödül alamadığımı söyledim ve ödül alan filmlere bok attım." Ben de film çekecem amk." dedi. Ödül alan filmler ona özgüven vermişti.
        Festival ödül törenine de kalmamızı istiyordu. "Sikerim ödül törenini işim yok milleti mi alkışlıycam" modunda olduğum için Davut'la bavullarımızı toplayıp otogara gittik. Geride bitiremediğimiz yemek biletlerinin acısını bırakarak.

                                                                                                                                                         PAT
patoyku@gmail.com 
www.facebook.com/pat.oyku


                                                                                                                             
 

8 Aralık 2013 Pazar

Amigo Sevgilim

"Domates ve maydanoz arasında monoton bir hayat sürdüren birinin ilginç yalanlar söyleyerek ilgi toplama çabalarını ona çok görmemeliyiz."

        Bir ayağı sakat olduğu için Topal Kenan diyorlardı ona. 45-50 yaşlarında umut vadetmeyen bir teknik direktördü. Aynı zamanda çarşıya çıkan yolda meyve-sebze sattığı tezgahı vardı. Sabahtan ikindiye kadar seyyar manav, akşam da teknik direktördü. Pazartesi günleri de semt pazarına çıkıyordu.
        Mahallede top oynadığımız bir kum saha vardı. Herkes futbol oynamak için çoğunlukla oraya gidiyordu. Kenan Hoca sahada gördüğü ve ayağı top tutan herkesi takıma alıp lisans çıkarıyordu. İlçemize bağlı bir köy takımının alt yapısında teknik direktördü .  Bütün amca çocuklarıyla birlikte arkadaşlarımız gibi biz de lisans çıkarmıştık. Amca çocuklarım doğru dürüst maç bile izlemiyorken lisans sahibi olmuşlardı. Antrenmanlara ben tek gidiyordum.
        Antrenmanlarımız hocamızın işi sebebiyle akşamları oluyordu. Sadece hafta sonları gündüz antrenman yapabiliyorduk. Hoca söylediği saatten her zaman bir-iki saat daha geç başlardı  antrenmana. Çarşı yolundan sahaya yürüyerek gelirdi ama geç gelmesinin sebebi sakat olmasından kaynaklanmıyordu. Sürekli yanında birileri olurdu ve çok konuşurdu. Agresif ve yalan dolu bir konuşma tarzına sahipti. Bir sürü ünlü futbolcuyu aslında o keşfetmiş ve eğitmişti. Bahsettiği futbolcuların ise hayatları boyunca ilçemize yolu düşmemiştir. Palavra sıktığı  arkadaşları da  12-13 yaşlarındaki öğrencileriydi. Domates ve maydanoz arasında monoton bir hayat sürdüren birinin ilginç yalanlar söyleyerek ilgi toplama çabalarını ona çok görmemeliyiz.
        Kenan Hoca çok içerdi. Cebinde şarapla gelirdi antrenmanlara. O şarap içerken bize de koca sahanın etrafında koşmamızı söylerdi. Yalan dolu sohbetlerine şarap de eklenince bizi unuturdu. Koşmaktan ebemiz sikilirdi. Sahanın ışıklandırması olmadığı için biz de sahanın diğer ucunda oturur, sırayla koşardık. Sarhoş kafayla bunun farkına varmazdı teknik direktörümüz.
        Antrenmanlarımız koşma, şut çekme ve çift kale maçtan ibaretti. Antrenmanlarda kullandığımız toplar sakızdan çıkan hediye topları gibiydi. Penaltı noktasından kaleyi bulanımız çıkmıyordu. Toplar rüzgarsız havada bile saçma sapan yön değiştiriyorlardı. Çingenelerin"gol atana marlboro" oyununda kullandığı toplardı sanırım. Sevgili hocamızın hayal gücü yüksek yalanlarından başka bize verebileceği hiçbir şeyi yoktu.
        Hocamızın herkesin ağzına sakız olan bir de sevgilisi vardı. İlçe futbol takımının şopar amigosuyla arasında bir ilşki vardı. Bunu söyleyen de amigonun ta kendisiydi. "Hocanız bana veriyor" diyordu. Topal Kenan'ın yanı sıra Top Kenan da derlerdi ona. Amigo, çürümüş sarı-siyah dişlerine rağmen hocamızı tavlamıştı. Kenan Hoca evli değildi, yaşlı annesiyle birlikte yaşıyordu.
        Hocamızın cinsel hayatına dair birçok efsane dolanıyordu. Bizden önceki jenerasyondakilerin söylediğine göre antrenman öncesi "daha iyi koşarsınız" bahanesiyle toplu mastürbasyon yaptırıyormuş. Daha önce yalanlarında kullandığı hayalgücünü fantezilerinde de gösteriyordu. Biz sadece söylentilere denk geldik, gözümüzle bir şey görmedik. Allah'tan!
        İlçenin köy takımıydık. Ayda bir antrenman yapmaya ve taraftarımızla bütünleşmeye köye giderdik. Futbol takımının lokaline giderdik önce. Kimse siklemezdi bizi. Oralet parasını bulan ihtiyarların koştuğu bir yerdi lokal. Evlerine Lig TV bağlasan Samanyolu TV'den vazgeçmeyecek tiplerdi. Futbol böyle bir ortamda nasıl filizlenecekti!
        Köyün futbol sahasında top oynardık. Pardon merasında. Yabani otların arasında koşamıyorduk. Arkadaşımızın tekini yılan soktu bi sefer. (Abartmıyorum yemin ederim!)
        Köy takımıyla yollarımı ayırmanın zamanı gelmişti. 2.ligde oynayan ilçe takımının alt yapısına yazıldım ama lisansım hâlâ köy takımındaydı. Kenan Hoca'dan lisansımı her istediğimde çeşitli bahanelerle beni başından savıyordu. Ailemden birçok kişi gidip lisansımı istese de hepsini çeşitli mazeretlerle gönderiyordu.
        Kenan Hoca takımdan ayrılmamı bir türlü hazmedemedi. Çok iyi futbol oynadığımdan değil ilçe takımın antrenörleriyle arası iyi değildi ve ilçe takımından nefret ediyordu. Antrenmanlarımızda saha kenarına gelip beni izliyordu, hata yaptığım zaman bağırıyordu bana. Bu durum yeni hocalarımın hoşuna gitmiyordu. Topal Kenan kariyerimle oynuyordu.
        Bir gün annemle pazarda denk geldik Kenan Hoca'ya. Yine lisansımı istediğimde bu sefer de lisansımın başkanda olduğunu başkanın ise Romanya'da olduğunu söyledi. Hagi'nin olduğu senelerdi ve Romanya modaydı. Başkanımız Romanya'ya futbolcu almaya gitmişti. Pazarın sonlarına doğru gittiğimizde bu sefer de Başkan İsmet abiyle karşılaştım. Başkanımız  pazarda peynir satıyordu. Romanya'ya gitttiği iddia edilen başkan peynirini satma derdindeydi. İsmet Başkanı görseniz bir de, Romanya'nın yerini haritada gösteremez.
        Bir gün okuldan eve geldim. Annem "çabuk Hocanın yanına git, sabahtandır telefonlarla bizi yedi,Çabuk gelsin lisansını alsın diyor" dedi. Sevinçten okul kıyafetimi çıkarmadan yanına koştum. Telaşlı bir suratla beni bekliyordu eski teknik direktörüm. Lisansımı verirken" Amcan biraz ayıp etti, beni yanlış anlamış, neyse sen bunları söyleme selamımı söyle" dedi.
        Kenan Hoca lisansımı kimseye vermeyince ben de belalı biri olan amcama şikayet etmiştim onu. Amcam seyyar iş yerini ziyaret edip " Çocuğun lisansını bugün vermezsen senin diğer ayağını da sakatlar patlıcanları götüne sokarım"  demiş. Kenan Hocamın dediği gibi "ayıp etmiş biraz!"

                                                                                                                                           PAT
patoyku@gmail.com 
www.facebook.com/pat.oyku

19 Ekim 2013 Cumartesi

Barutlu Soğan Bahçesi


 "Ondan bahsederken sevişiyordu adeta. Kocasından ziyade onun 'var olma' durumunu seviyordu." 

      Haftada sadece iki gün dersim vardı ve geri kalan günlerde yapacak bir işim yoktu. Okulda çalışmak için iş başvurusunda bulundum. Beni okulun sağlık bölümünde kayıt odasına verdiler. 
Küçücük yerde 5 kişi çalışıyor, gelen öğrencinin dosyasını çıkarıyor ve not alıyorduk. Sonra da sırasını veriyorduk ve gidiyordu. İki kişinin rahat yapabileceği iş için 4 memur çalışıyordu. Yetmezmiş gibi bir de beni göndermişlerdi.
       Şefimiz Saliha ablaydı. Saliha abla bir iş yapmaz sadece başımızda dururdu. 55-60 yaşlarında falan vardı. Bir gün "Eşin ne iş yapıyor?" dedim,"evli değilim" dedi. Pot kırmıştım. Sorudan etkilenmemiş gibi hafif sırıtarak cevap vermişti. Ben de pot kırmamışım gibi sırıtmasına karşılık verdim. Sanki kadında gözüm varmış gibi "Hiç mi evlenmedin?" diye saçmalamaya devam ettim. "Hiç evlenmedim" diye zorla hafif sırıttı yine. Hemen "hayatında hiç kimseyle yatmamış mı şimdi bu kadın" diye düşündüm hafif sırıtan yüzüne bakarken.O da böyle düşündüğümü tahmin etmiş olmalı ki gülümsemesine mahçubiyet kattı.
        Saliha abladan sonraki en kıdemli memur Kemal abiydi. 50 yaşlarında bir karadenizliydi. "Laz" yerine "Kaz" diye takılırdım ona. Şakalarıma alışkın olduğu için kızmıyordu. Saçma sapan Kaz espirimi her yaptığımda gülerlerdi. Kemal abi sürekli 5 dk işim var deyip 1 saat kaytarırdı. Adam haklıydı, 2 kişi yeterliydi iş için. Kimin arabası var kimin kaç evi var kim ne kadar kazanıyor hepsini bilirdi.
       Sessiz, işten kaytarmayan, 35-40 yaşlarında İbrahim abi vardı bir de. Alçak sesle konuşur, yapılan espiriyi kapardı hemen. Severdim onu. Evli ve iki çocuk babasıydı. İbrahim abinin kaybolma özelliği vardı. Birkaç ayda bir, adam 1 hafta 10 gün falan ortadan kaybolurdu. Psikolojik rahatsızlığı vardı, tuhaftı. Kaybolur, sonra hiçbir şey yokmuş gibi geri gelirdi. Memurlar falan herkes garibanlığını bildiği için adamı idare ederlerdi. Ailesi, çocukları perişan oluyorlardı. Temiz bir adamdı, kaçıp bir işler mi çeviriyor diye düşünmezdiniz. Muhtemelen sokak sokak gezip, deniz kenarında taş sektiriyordu. Geldiği zaman da herkes hiçbir şey olmamış gibi davranırdı. Nerdeydin, niye kaçtın diye sorsak iyice şizofrene bağlayacak diye çekinirdik. Ama helal olsun aklı başında insanların yapamadığı tatili yapıyordu.   
       Zımba götlü Sabite'ye geldik şimdi. 33-34 yaşlarında evlenmek isteyen güzel diyemeyeceğimiz, çok çirkin de diyemeyeceğimiz, erkek dilinde "gideri var" diyebileceğimiz bir kadındı. O kadar dar pantolon ve taytlar giyerdi ki hani götüne iğne batırsanız patlayacak gibi dururdu. Götüne çok güveniyordu ve herkesin farkında olmasını istiyordu. Öğrenci fişlerini dolaptan çıkarmak için domaldığında Kemal abi emekliliğini göremeyecek diye korkardım. Sabite de 5 dk deyip 1 saat kaybolan memur sınıfındandı. "Barut dolu göte ateş arıyor" diyen Kemal abide o ateş vardı ama "buyur benden yakabilirsin" diyemiyordu. 
        Dahiliye doktorunun dedikodusunu çok yapardık. Çok güzel genç bir kadındı ama yaşlı ve zengin bir adamla evlenmişti. Ayıplardık kadını! Yanımıza gelip sohbet ederdi. Hepimiz yavşardık kadına ve aklımızda yaşlı kocası olurdu. Dahiliye doktoru değil yaşlı adamın karısıydı O. Acaba adamın ne kadar parası vardı ve yatakta nasıldı.Kemal abi kocasını, Saliha abla ise kadını kıskanıyordu.
         Sabite evlendi sonunda. Kocasıyla tanışma faslı ilginçti biraz. Halk otobüsünde tanışmışlar. Kocası önce Sabite'yi arkadaşına ayarlamayı denemiş ama olmamış. Adamda arkadaşı olmayınca kendisine ayarlamış. Sabite'nin kocası işsizdi ve çalışmak için bir çabası da yoktu. Muhtemelen maaşı için evlenmişti. Sabite'nin barut dolu götünün yapamadığını maaşı yapmıştı. Kocası ona hiç karışmazdı."Hangi saatte dışarı çıkarsam çıkayım hayatta bana nereye gittiğimi sormaz" derdi. Sormasını isterdi. Adam Sabite'yi kaybetmekten korkmuyordu. 
    Saliha Abla okunmuş kurşun kalemle sürekli dualar edip elindeki kağıda çentikler atardı. Kağıt, çentiklerden kapkaraydı. Hayırlı bir kısmet için dua ediyordu. Sabite gibi değildi Saliha abla. Sabite evlenmese bile cinsel açlığını giderebilecek kudretteydi. Ama Saliha garibim  eve girer girmez üşümesin diye ayağına patik giyen, hiç topuklu ayakkabısı olmayan bir kadındı. Sabite götünü düşünürken o ayaklarını düşünüyordu.
       Saliha ablanın psikolojisi Sabite'nin zerre umrunda değildi. Lafa kocam diye başlar kocam diye bitirirdi. Ondan bahsederken sevişiyordu adeta. Kocasından ziyade onun "var olma" durumunu seviyordu. O her kocasından bahsettiğinde Saliha ablanın dua fısıltıları iyice artıyor, çentiklere kağıt yetişmiyordu. Emekli olmak istemiyordu. Akranları gibi bahçeli bir evde birlikte soğan ekecek bir kocası yoktu. Kağıtlara attığı çentikler çok hüzünlüydü. Çok geç kalmıştı Saliha Abla. Kemal abi onun için " Ne yanıyordur biliyon mu" derdi. Bukowski  ise;

"...düşünüyorum da bir kadın açmamışsa bacaklarını
35 yıl
iş işten geçmiştir
aşk içinde
şiir içinde"  diyordu.
                                                                                                                                                       PAT

patoyku@gmail.com 

www.facebook.com/pat.oyku

                           








5 Ekim 2013 Cumartesi

Tek Dil Tek Ağaç

"İnsanın götü rahat değilken nasıl Karlofça Antlaşmasının maddelerini ezberleyebilir ki?" 

16 Ağustos 1999 akşamı babam uzun zamandır hayalini kurduğum Play Station'ı almıştı eve. Gece saat bire kadar futbol oynadım. O zamana kadar atari oyunlarında ördek vuran ben nasıl sevineceğimi bilmiyordum.  Nasıl oldu hatırlamıyorum ama beni uyumaya ikna ettiler. Yatakta yarım saat  ertesi gün Playstation'da oynayacağım oyunları hayal ettikten sonra gece bir buçukta uyuyabildim ve üç buçukta uyandım. Deprem.
17 Ağustos 1999 Marmara Depremi'ni İstanbul İkitelli'de karşıladık. Çiftetelli'yi andıran ismiyle İstanbul'un namı olmayan semtlerinden biri olan İkitelli'de depreme yakalanma talihsizliğini yaşadık. Zaten zor ayakta duran binalar depremi bahane bilerek yıkıldılar ya da ağır hasar gördüler. Bizim bina fena değildi, çatlaklar vardı ama binaya girecek göt kimsede olmadığı için tüm apartman sokaktaydık. Tam bir savaş havası hakimdi mahallede. Ölü ve yaralılardan ziyade yarın Playstation oynayabilecek miyim diye kaygı duyuyordum.
Çoluk çocuk herkes dışardaydı. İnsanlar pijamaları ve donlarıyla kendilerini sokağa zor atmışlardı . Doğal afet için kötü bir saatti. Anne ve babaların yüzündeki korkuyu okuyabiliyordum. Can derdinin yanı sıra öteki tarafa cenabet gitme korkusuydu da yaşadıkları. Allah ahrette cenabet görmek istemiyordu bizi. Bu konuda hassastı.
Birkaç gün dışarda yattık. Eve tekrar ne zaman dönebileceğimizi bilen yoktu. Sürekli artçı depremlerle korkumuz tazeleniyordu ve enkaz altında kalmak istemiyordu kimse. Sadece zaruri ihtiyaçlarımız için eve hemen girip çıkıyorduk. Amcamla battaniye almaya gitmiştik bir kere. Ölmeyi göze alarak yaklaşık bir saat futbol oynamıştık Playstation'da.
Kalabalık bir aileydik ve süresiz depremzedelik bize göre değildi. Her şey normalleşinceye kadar Kızıltepe'ye yani Mardin'e  taşınma kararı aldık. Lise 1'e gidiyor ve okulumu seviyordum. Ben ailemle Kızıltepe'ye gitmedim ve inşaatçı amcamla kiralık bir eve çıktık.
Güzel bir okula gidiyordum. Neyi güzeldi diyeceksiniz. Sınıftaki kız sayısı erkek sayısından fazlaysa o okul güzel bir okuldur. Ergenlik dönemi kriterleriydi bunlar. Güzel bir arkadaş çevrem vardı. Geyik ve futbolla geçiyordu eğitim hayatım . İyi bir işe ve maaşa sahip olmak istiyorsanız okuyun diyen öğretmenlerimiz borç içinde yaşıyorlardı.
Fizik, kimya, matematik, Türkçe vs.. hiçbiri ilgimi çekmiyordu. Sadece benim değil kimsenin ilgisini çekmiyordu. Ailelerimiz bizi okula gönderiyordu, biz de gidiyorduk. Çalışkan öğrenciler sınıfın en ruhsuz, silik tipleriydi. Sadece yazılılar okunurken fark ederdik varlıklarını. O tırto tipler şimdinin saygı duyulan doktor ve mimarları, diğerleri ise temizlikçi ve güvenlikçileri.
Piç gibi bir sürü genci bir araya toplayıp matematik, fizik vs...çalışın diyorlardı. Aslında öğretmenler de ders anlatmak için takla atmıyordu. Hayatlarından memnun değillerdi, şimdi de değiller. Yani eğitimi veren de alan da isteksiz.
Üst paragraftan da anlayacağınız gibi sınıfta kaldım. Babam "herkes okumuyor, ister oku ister okuma" dedi. Çalışmak, okumaktan daha kötü bir seçenek gibi göründüğü için okumayı seçtim. Ama sadece seçtim yine okumayacaktım.
Sınıfta kalmamı başımda annemin olmayışına bağladılar ve beni Kızıltepe'ye annemin yanına yolladılar. Eğitim hayatım okuma yazması, Türkçe'si olmayan anneme emanetti. Annemin eğitim anlayışı ısrar ve tehdit üzerine kuruluydu. Sürekli "ders çalış" ve "babana şikayet edecem" derdi.
Kızıltepe'nin iklimini sevmiyordum. Çok sıcaktı hava. Yazın hissedilen sıcaklık 50 dereceyi geçiyordu ve yaz mevsimi yaklaşık beş ay sürüyordu. Yollar asfaltsızdı ve tozla birleşen sıcaklık yaşam enerjimi emiyordu. Yazları bir çölü andıran memleketimde bir damla yağmura hasret kalıyorduk. Kızıltepe'ye ilk yerleşen insanların niçin burayı seçtiklerini merak ediyordum. İstanbul'un rahatlığından sonra burda yaşamak zor geliyordu. Fotoğraf albümümüzdeki eski fotoğraflar gibi hissediyordum kendimi. Çünkü Kızıltepe'de o günlerden bu yana bir değişim olduğu söylenemezdi.
Kızıltepe Lisesi'ne kaydımı yaptılar. Dışardan yeni okuluma baktım. Üç katlı olan okulun camlarını sürekli kırdıkları için bütün camlar tel örgülüydü. Kim niye kırıyordu diye soracak olursanız bir zamanlar çocuk olduğunuzdan şüphe ederim. Çocuklar bir sebeple hareket etmezler. Kırık dökük, yıpranmış bir görünümü vardı okulun. Tecavüze uğramıştı sanki. Okulun tabelasını kaldırıp ne olduğunu sorsalar 'Çocuk Islah Evi' derdim.
Okul üniforması konusunda esnek bir okuldu. Kumaş pantolon, gömlek ve ceket olsun da ne renk olursa olsun diyorlardı. Okul bu sebepten okuldan ziyade bir düğün salonu gibiydi. Babasının damatlığını kapan geliyordu. Bir zamanlar gerdek öncesi giyilen kıyafet şimdi eğitim için giyiliyordu. Ceketlerinin  cebinde mendiller ve altında yelekleri vardı. Sağdan soldan kendilerine kıyafet uyduran garibanların durumu ise daha da vahimdi; Kahverengi ceketin altına yeşil pantolon onun altına da spor ayakkabı. Kızıltepe beni tokatlıyor ve " Ne sandın yarrağım" diyordu.
İlçenin Anadolu Lisesi'nden sonraki tek lisesi Kızıltepe Lisesi'ydi. Bu sebepten çok kalabalık olan okulumuzda sabahçı-öğlenci uygulaması vardı. Sabahçıydım ve okula gideceğim sabah gelip çatmıştı. okulun bahçesinde İstiklal Marşı için toplandık. İnanılmaz bir kalabalık vardı. Bu kalabalıkla istanbul'da her sınıfta elli kişi olmak üzere iki tane lise doldururdunuz. Sıra halinde okula giriyorduk. Öylesine kalabalıktı ki okul üçüncü kata çıkana kadar 10-15 dk geçiyordu.
9/D yazan sınıfımı buldum. İstanbul'daki sınıfım da 9/D'ydi. Bu tesadüfe sevindim. O yaşlarda böyle şeylere sevinebiliyor demek insan. Kitaplarımın üstündeki etiketleri değiştirmek zorunda değildim. 9/D' ye resmi olarak kayıtlı 85 öğrenci vardı. 85'in sadece 5'i kızdı. Sınıftaki beş kız en ön sırada oturur ve erkeklerle muhatap olmazlardı. Çünkü kızların bir gülüşüne aşk romanı yazacak adamlar vardı. Ayrıca sevgilisi olanı orospu olarak yaftalıyorlardı.  Çirkin kızlar için eşsiz bir yerdi Kızıltepe Lisesi. İlgi görmeleri için taşaklarının olmaması yeterliydi.
Sıralarda üçerli oturuyorduk ve hiç rahat değildik. İnsanın götü rahat değilken nasıl Karlofça Antlaşmasının maddelerini ezberleyebilir ki? Öylesine kalabalıktı ki sınıf  yıl sonuna kadar tanışmadığım sınıf arkadaşlarım vardı. Bir gün çarşıda biri bana selam verdi ve dakikalarca konuştuk. Daha sonra aynı kişiyi sınıfımda gördüm ama o gün tanımamıştım onu.
Kürtler ağırlıklı olmak üzere Araplar ve Türkler vardı okulda. Üç ırk da birbirini sevmiyordu. Biz onları Kürt olmadıkları için onlar bizi Arap ve Türk olmadığımız için sevmiyordu. Etnik kavgalar çok olmuyordu, genellikle sayıları az olan kızlar için kavga veriliyordu.
Öğretmenlerin çoğu Türk'tü. Kürt öğretmenler azdı. Birkaç tane gerizekalı faşist öğretmen vardı bize kötü davranan. Dayak atmak için bahane arıyordu şerefsizler. Biz de o bahaneleri veriyorduk genellikle. O zamana kadar hep batıda okumuştum ve çok az dayak görmüştüm. Kızıltepe'de ise dayağın olmadığı gün yoktu. Biz de uslu sayılmazdık, kontrol edilmemiz çok güçtü.
Dersin ilk 25 dakikası yoklamayla geçiyordu. 85 kişinin yoklamasını almak öyle kolay değildi. Öğretmenlerin de canına minnetti zaten. Ders vermek isteyen kim. Hatta öğretmenler zaman geçsin diye yavaş yavaş alıyordu yoklamayı. Dersin yarısı yoklamayla geçiyordu. Sanki okula yoklama için gidiyorduk. Dersin bir 10 dakikası da hakaret ve dayakla geçiyordu. Son 10 dakika da ise kitaptan bir şeyler yazdırıyorlardı. Sonra da bizden doktor olmamızı bekliyorlardı.
Ev ile okul arasında yaklaşık 5 kilometre yol vardı. Eve giderken yolumun üzerinde küçük bir fırın vardı ve çok güzel pide yaparlardı. Bir tane sıcak pide alır ve yavaş yavaş yiyerek eve giderdim. Yolumun üstündeki iki katlı müstakil evde bir kız vardı bana bakan. Geçeceğim saati biliyor ve çıkıp çatıda beni bekliyordu. Kızla ilgilenmezdim ama bu durum hoşuma giderdi. Abileri falan vardır belamı sikerler diye düşünüyordum. Bir gün yine pidemi aldım ve bir parça koparıp yemeye başladım. Tam bu sırada kısa boylu dolgun birinin önderliğinde 5 kişi yolumu kesti. "Gel lan buraya" deyip yolun kenarına çektiler beni. "Ne istiyorsunuz" dedim ağzımdaki ekmeği yavaş yavaş çiğnerken." Kes lan! gel bizimle bakayım" diyerek beni tenha bir yere davet etti kısa boylu kabadayı. "Niye" dedim. "Konuşma Allah'ını sikerim" dedi. Kısa boylu haydut boyunu aşan laflar ediyordu. Allah'ı affetmeyen bu karabela muhtemelen beni de affetmeyecekti. Belki korkar diye dayımın çocuklarının isimlerini saydım. Bir yandan da konuyu anlamaya çalışıyordum. Sen bilmem hangi kıza asılıyormuşsun dedi bana. Yok dedim abicim, ben İstanbul'dan yeni geldim, kimseyi tanımam dedim. "Senin sarı kumaş bir pantolonun yok mu" dedi. "Yok" dedim. "Beyaz bir gömleğin?", "Yok". Halbuki vardı. Keşke olmasaymış ama. Sarı kumaş ve beyaz gömlek de ne oluyor amk. Bu stile bakan kızdan ne hayır gelir zaten. Amacı sevdasını korumak olan kısa boylu serseri, beni affetmişti. Yumuşamasını beklemiyordum doğrusu. Sevinçten ona ve arkadaşlarına pidemi ikram ettim. Kısa boylu haydut pidemi ve sevdasını alarak yanımdan uzaklaştı.  
Okuldaki kızlar adları çıkar korkusuyla erkeklerle çok konuşmazlardı. Kızlara çıkma teklifi etmek isteyenler bu sebepten teklif kartları taşırlardı. Teklif kartları bildiğiniz kartvizitler aslında. Kartvizitin üstünde süslü bir cümleyle aşk ilan edilir ve iletişim numaraları yazılırdı. Okul çıkışlarında kızların kitaplarının arasına sıkıştırılır ya da çantalarına atılırdı. Saf çocuklardı hepsi, sevdiği kızı düşünüp otuz bir çekmeyecek tiplerdi.
En sevdiğimiz ders resimdi. Okulun bahçesinde bir tane ağaç vardı. Her resim dersinde hocamız bizi bahçeye çıkarıp ağacı çizmemizi ister ve giderdi. O gidince biz de resim defterini bir kenara atardık, çoğu kimse defter bile getirmezdi. Kim sikerdi ağaç resmini. Sesi güzel bir arkadaşın şarkıları eşliğinde halay çekerdik bahçede.
Havalar çok sıcaktı, sınıfta pişiyorduk. Buna rağmen pencereleri açamıyorduk çünkü asfaltsız yoldan geçen kamyonlar toz kaldırıyorlardı. Toz ve sıcaklık arasında bir tercih şansımız vardı. Gerçi toz olmasa bile pencereleri açtığınızda dışardan sıcak hava geliyordu yine. O sıcakta iki kişilik sıralara üç göt sığdırarak Vatandaşlık ve İnsan Hakları dersi görüyorduk. Yazın tozla kışın da çamurla savaşıyorduk. Okulumuz eve çok uzaktı ve çamuru aşarak okula varmak için çizmelerle gidiyorduk( Panik yok. Toplumsal gerçekçi köy hikayesi yazmıycam)
Bir karatahtamız bile yoktu. Duvarı yeşile boyamışlardı. Sabah derslerinde nemlenen duvarı(tahtayı!)kullanamıyorduk. Buna rağmen okul aidatı vermediği için dayak yiyen arkadaşlarımız vardı. Para karşılığında insan bir hizmet almalı. Biz para verip dayak yiyiyorduk.
Sınavlar çok basitti . Sabahçı ve öğlencilere aynı soruları sorarlardı. Her sınav öncesi soruları biliyorduk. O kadar kalabalıktık ki kontrol edilemiyorduk, herkes çok rahat kopya çekebiliyordu.Önümde üç Arap öğrenci oturuyordu. Gariban tiplerdi. Acurlarıyla meşhur bir köydendiler. Doğru düzgün Türkçe bilmiyorlardı. Türkçe konuştukları zaman da Arapça konuşuyorlar zannederdiniz. Sınvalarda onlara kopya verirdim onlar da kaşılığında hediye olarak acur getirirlerdi bana. Sınav esnasında üçü birden kafayı bana çevirip önlerindeki kağıtlarına bakmadan yazarlardı. Bir tanesi yanlışlıkla kendi adı yerine yazılı kağıdına benim adımı yazmıştı. Onun yüzünden sıfır aldım. Getirdiği acuru götüne sokmak istedim puştun.
19 Mayıs Spor Bayramı için ben de seçilmiştim. 19 Mayıs etkinliklerinde aktif olmak derslerden de kurtulmak anlamına geliyordu. Etkinlikler için hazırlığı Kızıltepe Spor'un sahasında yapacağız dediler. Çok sevindim, yeşillik görecek, hoplayıp zıplayacaktım.  Bir otobüs dolusu öğrenci Mayıs sıcağında çıktık yola. Bir süre gittikten sonra otobüs çöl gibi bir yerde durdu. Niçin durduk demeye kalmadan baktım herkes iniyor otobüsten. Durduğumuz tarlanın saha olduğunu söylediler. Bu bilgiyi aldıktan sonra alanda karşılıklı iki kale direğini fark ettim. Çim falan yoktu, toprak sahaydı. Tohum ekip biraz sulasanız süper bir tarla olurdu. 2-3 saat o tozun toprağın içinde süründürdüler bizi. Gençlik ve Spor bayramına hazırlanıyorduk. Dimyat'a pirince giderken toz içindeydim.
Yıl sonuna gelmiştik. Bütün derslerden geçmiş teşekkürü birkaç puanla kaçırmıştım. Sınıfta kalan yoktu. Zaten kimseyi sınıfta bırakamazlardı. 30-40 kişinin sınıfta kaldığını düşünün, seneye 85 kişilik sınıflar 120 kişi falan olurdu. Yani teknik bir zorunluluktu başarımız.
İki senelik bir Kızıltepe macerasından sonra tekrar İstanbul'a dönmüştük. Liseye kaldığım yerden devam ettim. Bunu da Kızıltepe'ye borçluydum. Çünkü iki sene üst üste sınıfta kalınca okuma hakkınızı kaybediyordunuz ve Kızıltepe'de değil de İstanbul'da okumaya devam etseydim muhtemelen yine sınıfta kalacaktım.

    PAT

patoyku@gmail.com 
www.facebook.com/pat.oyku







21 Eylül 2013 Cumartesi

Bir Çuval Kürt

"Bulgur çuvallarının ve peynir tenekelerinin üzerinde tükenmez kalemle gelir düzeyi ciddiye alınmayacak semtlerin ismi yazılıydı."

          Jetonmatikten jeton alabilmek için 3 liramın olması lazımdı ama bende kağıt 20 lira ve madeni 2.75 lira vardı. Bakkaldan almaya tenezzül etmediğim 25 kuruşa ihtiyacım vardı. Jetonmatik para üstünü sadece bozuk para olarak veriyordu. 20 lira ile bir jeton almaya kalksam 17 lira bozuk para başıma bela olacaktı. O kadar bozuk parayı götüme mi sokacaktım. Jetonmatiğin bir kalbi yoktu ve insanlar yapamadıkları ibnelikleri makinelere yaptırıyorlardı.
Bozuk parayı nasıl bulurum hesabı yaparken burnumun dibinde saç uzatan kel bir adam durdu.Adamın saçları kafasının ortasından başlıyordu ve omuzlarında bitiyordu. Kellerin saç uzatması üzerine bir psikoloji kitabı yazabilirsiniz. Bir tür kelliği kabullenememe durumu. "Kadınlar kel sever" diye bir kel uydurması çıkmıştı bir ara. Bu söylenti sayesinde binlerce kel yeniden hayata bağlandı. Uzun saçlı kel Sirkeci'ye nasıl gidebilirim diye soruyordu.
Kılık kıyafetinden hostes olduğunu tahmin ettiğim kadın bir köşede durmuş muhtemelen arkadaşını bekliyordu. Öylesine sert ve gururlu duruyordu ki 20 lira bozuğu olup olmadığını soracak cesareti bulamadım. Hosteslerin götü neden bu kadar kalkık anlamış değilim. Uçakta güvenli uçuşu anlatırken saçma sapan hareketler yapıp, simit-meşrubat servisi yapanlar onlar değil sanki. Hosteslerdeki hava ne uçağın pilotunda ne mucidinde ne de sahibinde var. Hepsi 'seksi hostes' fantezisinin ekmeğini  yiyiyor.  
Bu arada uzun saçlı kel, bir kadına Sirkeci'nin nerede olduğunu soruyordu. Ne yapmak istiyordu bu adam. Bana güvenmedi ya da tarifimden bir şey anlamadı da tekrar sormaya mı utanmıştı, yoksa kadına asılmak mıydı amacı? Bir anda kendimi onlarca soruyla karşı karşıya buldum. Ama otogara geç kalıyordum ve keli düşünecek zaman değildi, kaybolsundu pezevenk.
Çaresiz jetonmatiğe yöneldim ve 17 lira daha madeni paranın sahibi oldum.Daha önce de 2.75 liram vardı. Kiloma 500 gr daha eklenmiş oldu. Dilencilerin ve selpakçı çocukların aradığı adamdım artık.
Metronun gelmesini bekliyordum. Durarak metro beklemek sıkıcı olduğu için ileri geri turlamaya başladım durakta. Fazla kalabalık değildi durak, durağın sonlarına yaklaştığımda bankta oturan bir çifte denk geldim. Gözlerden ırak birbirlerini öperek cinsel dürtülerini besliyorlardı. Bir anda yırtık dondan çıkar gibi çıkmış ve gençleri rahatsız etmiştim. Çocuğun nefretini gözlerinden okuyabiliyordum. Siki kalkmış bir erkeğin öfkesinden korkarım, uzaklaştım hemen. Çiftten uzaklaşırken uzun saçlı kel adamla karşılaştım, yanımdan geçerek sevişen çiftin tarafına doğru yürüdü. Kel'in eceli gelmişti sanırım.
Metro geldi. Sarı çizgiyi geçmiştik ve inenlere öncelik tanımıyorduk. Bir daha metro bu durağa gelmeyecek motivasyonuyla saldırıyor ve götümüz için en rahat yere koşuyorduk. Metro yolda sarsıla sarsıla ilerliyordu. Cebimdeki bozuk paralarla Hafize Ana'nın zili gibi ses çıkarıyordum.
Metro, Otogar durağına yanaştı. İniş kapısında 2 kişi, 3 bavul ve 2 çuvalla duruyordu. Çuvallarından birinde sarı bir su sızıyordu. Çuvalın içinde ne olabileceğini tahmin etmek istemedim. Tek istediğim metrodan inebilmekti. Bu kadar eşya ile neden metro yerine taksi tutmayı tercih etmemişlerdi. Belki taksi bu kadar eşyayı alamayacağını söylemiştir. Taksinin yapamadığını bu iki adam yapıyordu. Sonuçta taksiyi de insanlar yapmıyor muydu?(cümleyi bir daha okumayın, işe yaramayacak) Kapı açıldı ve süreci hızlandırmak adına adamların metrodan inmesine yardımcı oldum. Hayır dualarını alarak yanlarından uzaklaştım.
Öz Habur Tur'a vardım. Seyahat acentasından ziyade toptancı deposuna benziyordu. İçerde onlarca sahibini bekleyen bulgur çuvalı ve peynir tenekesi vardı. Muhatap olmak istediğim gişeci telefonla konuşuyordu. Karaboğa Gıda'nın verdiği takvim Mardin'in turistik fotoğraflarıyla birlikte Habur Tur'un duvarlarını süslüyordu. İçerisi dardı ve sürekli el arabalarıyla eşya taşıyıcılar geçiyordu. Bulgur çuvallarının ve peynir tenekelerinin üzerinde tükenmez kalemle gelir düzeyi ciddiye alınmayacak semtlerin ismi yazılıydı. Adam telefonu kapattı ve ne istediğimi sormadı. Bir çözüm için bulunmuyordu orda ve şirketin menfaatleri umrunda değildi. Dün öğlen saatlerinde Mardin'den çıkan otobüsün gelip gelmediğini sordum. Gişeci peynir tenekelerini düzelten adama Kürtçe seslenerek otobüsün nerde kaldığını sordu ve bana Türkçe otobüsün rötar yaptığını ve 1 saat sonra burada olacağını söyledi. Adamla Kürtçe konuşarak teşekkür ettim. Adamın Kürt olduğundan emin olduğum halde önce Türkçe konuştum. Birinin Kürt olduğundan emin değilsem önce Türkçeyle "Kürt müsün" diye sorarım sonra Kürtçe konuşurum eğer eminsem  aynı soruyu Kürtçe "Tu Kurmanci" dedikten sonra Kürtçe konuşurum. "Türkiye'de Kürt olmak" temalı bir hikaye anlatmadığım için "Yaşasın anadilinde eğitim" diyerek konuyu kapatıyorum. Üst katı gösteren bekleme salonu tabelasını takip ederek bulgur çuvallarının arasından yukarı çıktım.
Halam ilk defa İstanbul'a geliyordu ve Türkçesi yok gibiydi. Var gibi olan kısmı da bir işe yaramıyordu. Beni bulamamaktan çok korkuyordu. Mardin'den çıkmadan önce rahat olmasını ve Öz Habur Tur'un ofisinde kendisini bekliyor olacağımı söylemiştim. Ama şimdi ben de korkuyordum. Bulgur çuvallarından oluşan labirentin içinde onu bulamayabilirdim.
Bekleme salonunda sadece ihtiyar bir adam vardı. İhtiyar bir otobüsten ziyade ölümü bekliyor gibiydi. Beni görünce uzun uzun bakmaya başladı. İhtiyarın bakışlarından uzun süredir tek başına burada oturduğunu anladım. İhtiyara selam verdim, az kalan sayılı nefesiyle selamıma karşılık vermeye çalışıyordu. "Aleykümselam" kelimesini  "Alkslm" olarak çıkarmıştı ağzından. Konuşmayı unutmuş muydu yoksa.
37 ekran eski bir televizyonda haber kanalı açıktı. Kanalda "Türkiye Suriye'ye müdahale etmeli mi"  konulu bir tartışma programı vardı. İhtiyar televizyonu izlemiyordu. Elindeki tespihi çekerek kalan nefesini cennete gitmek için kullanıyordu. Suriye ne ihtiyarın umrundaydı ne de benim. Kanalı değiştirmek için kumandaya bastım. Kanal değişmedi ve mavi bir ekran geldi. Kumanda tuşlarındaki yazılar silindiği için neye bastığımı bilmiyordum ve gittikçe içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. İhtiyar paniklemeye başladı. Düzenini bozmuştum. Televizyonu eski haline getirmemi istiyordu. İhtiyarın götlüğü tutmuştu, gıcık olmuştum ona. Neyzen Tevfik'in " Bu gidişle yarağımı gidersin cennete" dizeleri geliyordu aklıma. Tam bu sırada var olduğu idda edilen çaycı geldi. Televizyonu düzeltmesinden ziyade çay içebileceğim için mutlu olmuştum.
Kendime ve ihtiyara bir çay ısmarladım. Birkaç çay daha içerek cebimdeki bozuk paraları azaltabilirdim. Bozuk paralar sanki para değilmiş gibi davranıyordum. Otobüsün gelmesine yarım saat vardı. Çaycı yine ortalarda yoktu. Gittim kendime ve ihtiyara bir çay daha doldurdum. İhtiyar çay değil "sarı suyu" istiyorum dedi. Çayı döküp bir oralet doldurdum. İhtiyar için bir nimettim adeta. Tenekeye boşaltır gibi içiyordu çayı, oraleti.
Otobüsün gelmesine 10 dk kalmıştı, inip peronda beklemem lazımdı. Halam otobüsten iner inmez panik yapmasına ve kaybolmasına fırsat vermeden yakalamalıydım onu. Salondan gitmem ihtiyar için bir yıkım olacaktı. Kendisine bir oralet daha doldurdum ve O, oraletini içerken çaktırmadan kaçtım salondan.
Eğer otogar hakkında bir belgesel yapacaksanız mutlaka Kürtlerle yapın. Otogarı en iyi onlar bilirler. Özellikle İstanbul'da yaşayan bir Kürt. Sürekli memleketten bir şeyler gönderilir ya da akraba karşılanır. İstanbul'da 6 yıl öğrencilik yaptım bunun 3 senesini otogarda geçirdim. Bir de İstanbul Esenler Otogarında Türkçe bilmeyen bir Kürdü görmeyen biri çaresizliği gördüm demesin.
20 dakika olmuştu ama bizim otobüs daha gelmemişti. Halam aradı, indiğini ve nerde olduğumu sordu. Öz Habur Tur'un orda kendisini beklediğimi söyledim, o da aynısını söylüyordu ama yoktu ortalarda. İçeriye sordum, başka ofisleri yoktu. Tekrar perona çıktım halam yoktu yine. Telefon ettim, Habur Tur'a doğru yürüdüğünü söyledi. Korktuğum başıma gelmişti. Yol bilmez, dil bilmez, hareket eder. Kendisine hemen durmasını ve en yakınındaki bir muavine telefonu vermesini söyledim. Ufak çaplı bir krizden sonra halamı buldum. Halamın beni görünce ne kadar mutlu olduğunu anlatamam demiyim anlatırım ama gerek yok siz anladınız. Halamın valizini ve tandır ekmeği dolu çuvalını alarak bir taksiye bindik. Bulgur ve tandır ekmekli çuvallara, peynir tenekelerine kızsam da sofrada eşek gibi yiyiyorum. Bu güzel, eşsiz tadlar için değer mi bu çuval ve tenekeleri taşımaya, değmez.  

Uzun saçlı kel Sirkeci'ye gidebildi mi acaba!
 
    PAT

patoyku@gmail.com 
www.facebook.com/pat.oyku












24 Ağustos 2013 Cumartesi

Baklava ve Faşizmin "F"si

" Bir tatlı dükkanıyla tek başınıza iktidar olabilirdiniz. "


       Okulların açılmasına bir haftadan az bir zaman kalmıştı. Liseye başlayacaktım ve yeni başlayacağım okul hakkında hiç de iyi şeyler duymuyordum 'en belalı okuldur', 'arkan yoksa siki tutarsın', 'Kızlara takılma!' gibi yorumlar yapılıyordu. Bu söylenenlerden sonra korktum desem yalan olmaz. Lise demek kızlar demekti ama ' bela arama' diyorlardı.Ne yapıp edip okulda götümü sağlama almalıydım. 
        Benden önce aynı lisede okumuş olan amcam(Süleyman) okulun kabadayısıydı. Astığı astık asmadığı da asılmayı bekliyordu. Amcam okulu bırakmış, askere gitmiş ve hamamda kırk tas dökmeden bu işlere tövbe etmişti ama hala isminin bir ağırlığı vardı okulda. Süleyman amcam okuduğu dönemde Büyük Birlik Partisi'nin gençlik kolları olan Alperen Gençlik Ocaklarında takılıyordu. Amcam o dönem siyasetin 'S' sinden çakmazdı. Hasbelkadar okuldan arkadaşları onu oraya götürmüşler ve ordakiler O'na O da ordakilere sahip çıkmıştı. Amcam daha sonra okulu bırakacak( ya da okul mu onu bırakmıştı tam hatırlamıyorum) ve bir daha o partiyle işi olmayacaktı. Ama o dönem partideydi ve partinin popülaritesi onun sayesinde baya bi artmıştı. Nerde kendisine arka arayan bir korkak varsa onun arkasına geçerek aslan taklidi yapıyordu. Gözü kara olan amcam çekinmeden(düşünmeden) 15-20 kişinin arasına kavgaya dalabiliyordu. Her hafta "gelin çocuğunuzu nezaretten alın" diye karakoldan telefon gelirdi eve. Bu kabadayılığı tabiki ödülsüz değildi. Okulda(hatta ilçede) popülaritesi tavandı ve okulun en güzel kızlarıyla çıkardı. Kısacası amcam taşınması ve sahip çıkılması çok zor bir miras bırakmıştı bana.
        Ben ise amcamın karakter özelliklerinin hiçbirini taşımıyordum. Tek ortak noktamız ikimizin de futbolu seviyor olmasıydı. Hırslı ve cesur amcama göre dingin ve cesur olmayan( korkak demiyorum dikkat) biriydim.
        Tek başına 15-20 kişiye dalmak cesaretten ziyade olsa olsa deliliktir. Böyle kavgalarda sakat kalabilir hatta ölebilirsiniz. Sakat kalma ve ölme durumunda aptal sağlam çıkma durumunda ise kahraman olursunuz.  Ben ne aptaldım ne de kahraman. 
      Kızlar tehlikelilerdi. Futbol oynayıp erkek arkadaşlarınla gerzek gerzek takıldığın zaman kimse sana karışmıyordu. Çünkü elinde başkalarının sahip olmak isteyeceği bir şey yoktu. İsteyen her erkek çok rahat gerzek bir erkek arkadaş bulabiliyordu. Bir kızın elini tutup tenhalarda oturduğun zaman ise abazaların hedefindeydin. Onların nazarına ve yumruklarına gelmen an meselesiydi. Sadece abazaların hedefinde olmazdınız; bir de okulun kabadayıları vardı. Bunlar tüm kızlara yetecek özellikte tasarlanmadıkları için Allah'a isyan ederdi. İnsanoğlunun kıskançlık, ihtiras, açgözlülük vb... en katlanılmaz özelliklerini her an sergilerlerdi. Tüm bu tehliklerden korunmanın tek bir yolu vardı: Onlar da senden korkmalıydı.
         Amcamın okulda aslan olduğu dönemlerde Alperen Ocakları'nda benim yaşlarımda yavru kurtları vardı. Okula geldiğimi duyan bu kurtlar "Süleymanın yeğeni de bu okuldaymış" deyip buldular beni. İşte aradığım arkayı bulmuştum. Onlar beni bulduğuna seviniyor ben onları bulduğuma seviniyordum. Dayı dayı yürürlerdi okulda. Böyle yürümeleri beni çok memnun ederdi ve tanışabildiğim kadar insanla tanışıyordum. Herkesle 'Süleyman'ın yeğeni' diye tanıştırıyorlardı beni. Süleyman ismini duyan karşımda esas duruşa geçiyordu adeta.
Bu yavru kurtlardan biri de Hamo'ydu. Saçlarını kerhane çaycısı gibi ortadan ayırırdı. Hamo'nun bir yürüyüşü vardı ki görseniz okulun tüm haracını bu yiyiyor derdiniz. Beni iyice sevmesi için sürekli güldürürdüm onu. Sarı iğrenç dişlerini görmek pahasına yapardım espirileri toplardım sempatiyi. 
     Hamo'nun beni Ocağa çağırma zamanı gelmişti. "Perşembe günü okul çıkışında Ocak'ta toplantı var birlikte gideriz" dedi. Ocakla ne demek istediğini anlamamıştım ama kısa sürer bir şey olmaz diye düşündüm. Okul çıkışında beni bekleyen Hamo ile buluşup Ocağa gittik. İçeri girer girmez duvardaki fotoğraf dikkatimi çekti. Tüm Osmanlı imparatorlarının resminin bulunduğu bir fotoğraftı. Aynı fotoğrafı okul koridorlarında yangın sırasında kullanmamız için bırakılan kova ve baltanın karşısındaki duvarda da görebilirdiniz. Fotoğraflarının yanı sıra imparatorların sözlerinin asılı olduğu A4 kağıtları da vardı duvarlarda.
       İçerde başka liselerden de gelen öğrenciler vardı. Hepsiyle kafa kafaya tokuştuk. Normal, yanak yanağa selam veremiyorduk amk. Şişman, tombik biri vardı içerde. Gülmüyor, sert durmaya çalışıyordu ve bu onun daha da komik görünmesini sağlıyordu. Ona bakıp buraya geliş amacını tahmin etmeye çalışıyordum. Kızlar için olamazdı. Çünkü bu fizik ölçüleriyle değil Ocak, arkasında ordu dursa hiçbir kız vermezdi buna. Bunu öpen kız sığıra dönüşürdü o anda. Herkes birbirine bakıyordu ve muhtemelen benim gibi durumu anlamaya çalışıyorlardı. Mekanın müdavimleri ise bize karşı sevimlilik yarışına girmişlerdi. Ortamda hiç kız yoktu, herkesin taşakları vardı. Benim felsefem ise "ikiden daha fazla erkekle sadece kavgaya gidilir" idi.
      Reis dedikleri bol pantolonlu, gözlüklü, sivilceli, şaftı kaymış bir eleman bizi toplantı için küçük bir odaya çağırdı. Yaklaşık 15 kişi sığır sürüsü gibi bir odaya toplandık. Bu bir tanışma toplantısıydı. Vücut hatlarını belli etmemeye özen göstererek giyinmiş olan reisimiz bize bir "hoşgeldiniz" konuşması yaptı. "Buraya her türlü sorununuz için gelebilirsiniz ama bir tek kız sorunu için gelemezsiniz" diyerek sıkıcı konuşmasını bitirdi. Örgüt muhabbeti olmasa bu adamı kim dinlerdi acaba. Reis herkesten sırayla kendisini tanıtmasını istedi. En son ben tanıttım kendimi. Tam reis lafı alacakken Hamo devreye girdi ve özgeçmişime "Süleyman'ın yeğeni" diye ilave yaptı. Birden tüm dikkatler üzerime çekildi. Kendilerine kahraman arayan içerdeki korkakların gözleri parladı. Geliş sebebini anlayamadığım şişman, sempatik olmaya çalışan bakışlarını bana dikerek kafasıyla tekrar bir selam verme gereği duydu.Reisimiz"Daha rahat iletişim kurmak ve örgütlenmek adına her okulun bir Reis'i olacak, birazdan Reisleri seçmek için kapalı oylama yapacağız" dedi. Herkes ismini tekrarladı ve seçim başladı. Şişmanın adını yazdım. Sonuçlar açıklandı: "Şişman 1 Ben 14". "Ama ben kimseyi tanımıyorum" diye itiraz ettiysem de "Bir şey olmaz tanırsın" dediler. Herkes çok mutluydu çünkü 'Muhteşem' Süleyman'ın yeğeni reisleriydi. Diğer okulların da reisini seçerek toplantıyı bitirdik. Artık her Perşembe rutin toplantılarımız olacaktı. 
     Başıma büyük bir bela almıştım. Kabadayı gibi takılan korkakların Reis'i olmuştum. Ellerinde tespih beni nerde görseler gelip yapışıyorlardı. Öğlen aralarında birlikte pideciye gidelim diye dışarda bekliyorlardı beni. Okulun kabadayıları Kürtler'di ve onlarla aram çok iyiydi. Ocağa ihtiyacım yoktu ve sürekli onlardan kaçıyordum. Ama ben ne kadar onlardan kaçmaya çalışsam onlar o kadar burnumun dibinde bitiyorlardı. Ara sıra yanlarında tuhaf öğrencilerle gelip "Reis yeni arkadaşımız" diye tanıştırıyorlardı. Bu denyolar sürekli sürüler halinde dolaşıp mıymıntı tipleri tokatlayarak kendilerini cesur olduklarına inandırıyorlardı. Bu tip adamların amacı erkeklerde korku kızlarda hayranlık yaratmaktı.
     Perşembe günü yavru kurtlarımı etrafıma toplayarak ocağa gittim. Reisimiz yine götünü belli etmeyen bir pantolon giymişti. Toplantının konusu İstanbul'un Fethi'ydi. Atalarımızın iman gücüyle nasıl İstanbul'u fethettiğini oldukça sıkıcı bir tonda saatlerce anlatmaya başladı. Resmen ebem sikilmişti. Okulda tarih hocasını dinlemiyorken burda oturmuş bu sikkoyu dinliyordum. Üstelik dinlediğim için bir diploma da almayacaktım. Ergenliğimin erken dönemlerindeyim zaten çok da sikimdeydi İstanbul'un fethi. Bir ara verdik. Odadan çıkıp biraz hava aldık. Çaycı elinde tepsiyle aramızda dolaşarak çay, şeker parası toplamaya başladı. Ayıp olmasın diye cebimdeki üç kuruşu da çıkardım onlara verdim. Yol param da gitti, 5 km yürüyecektim eve. Toplantının sonunda Reis "Arkadaşlar sayımızı arttırmalıyız, liseler arası bir yarışma yapacaz. Kim en çok kişi getirirse Ocağa onlara baklava verecez" dedi. Reis'in bu açıklamasından sonra hava birden olumlu esmeye başladı ve herkesi bir baklava heyecanı sardı. 
        Herkes okulunda Ocak için adam örgütleme çalışmasına başladı. Endüstri meslek lisesi önde gidiyordu. Öğrencileri " Bedava çay, baklava var" diye kandırıyorlardı. Ben okuldan kimseye bir şey söylemedim. Bu sikkolarla takıldığımı öğrensinler istemiyordum. Mahalleden 3-5 arkadaşımı gelin baklava yiycez diye kandırmıştım ben de. Bu arada baklava ne etkiliymiş amk zamanında.
      Yine bir perşembe günü geldi. Yarışmanın sonucu belli olacak, baklava sahibini bulacaktı. İçeri girer girmez baklavayı kazanamayacağımızı anladım. Her taraf Endüstri Meslek Lisesi'nin yeşil ceketleriyle doluydu. Reis'in mutluluğunu görmeliydiniz. Koca bir ideolojinin toplayamadığı adamları Kemal Usta'nın baklavası toplamıştı. Bir tatlı dükkanıyla tek başınıza iktidar olabilirdiniz. Birinci Endüstri Lisesi olmuştu ama ortada baklava yoktu. Tekrar çaycının tepsisi ortalarda dolaşmaya başladı. Ben ve arkadaşlarım da çıkarıp cebimizdekileri verdik.Toplanan parayla birincilere baklava alındı. Getirdiğim arkadaşlar hayal kırıklığı yaşamışlardı. Çaycının berbat çayı da iyice canlarının sıkılmasına sebep olmuştu. Ayrıca Reis arkadaşlarımdan birine "Bir daha buraya bu top sakalla gelme" dedi. Top sakallı arkadaşım da mahallenin piskopatlarından sayılırdı. Benim hatırıma ses çıkarmadı orda. Eve mahçup bir şekilde arkadaşlarımla yürüyerek döndüm. Top sakallı arkadaşım yolda "Amına koduğmun çocuğuna bak, top sakalaını kes diyor" dedi. 
       Artık okulda çok rahattım, bir sürü arkadaşım vardı. Bir gün yavru kurtlarım heyecan içinde yanıma gelerek bir arkadaşımızın kavgaya karıştığını ve çıkışta da kavga olduğunu söylediler. Arkamı sağlama almak için tanıştığım adamlar sırtıma biniyorlardı. Bu sikkolar için kendimi riske atacak değildim tabiki. Okulda öğlen yemeği için bir saatlik bir ara vardı. O arada eşyalarımı toplayarak okuldan kaçtım. Ertesi günler de hafta sonu tatiliydi. Pazartesi günü bir yalan uydurdum kurtlara. Bunlar da ben kaçınca götleri yememiş kavgaya gidip özür dilemişler. O günden sonra da defalarca çağırmalarına rağmen sürekli bir bahaneyle kaçtım. Öyle öyle kurtuldum adamlardan. 
        Bir gün duvardaki padişah fotoğraflarına bakıp çaycıya " Buranın amacı nedir?" diye sormuştum. Çaycı biraz düşündükten sonra " Allah'ın rahmetini yeryüzüne yaymak" demişti. Çay tepsisiyle para toplayan bu baklavaya aç kitlenin böyle bir amaç belirlemesini aklım almamıştı. İlerki yıllarda politikayla ilgilenip solcularla takılmaya başlayınca nasıl bir tezgahta olduğumu anladım. Faşistlerin reisliğini yapmıştım resmen. Emin olun ordaki adamların hepsi ne faşizmin 'f' sini ne de siyasetin 's'sini biliyorlardı. Sadece korku ve hayranlık peşinde olan taşaklılar takımıydı. 

                                                                                                                                                  PAT

patoyku@gmail.com 

www.facebook.com/pat.oyku





21 Ağustos 2013 Çarşamba

Sevimli Koca Göt

"Sevimli olmak mı seksi olmak mı istersin sorusuna kaç şişman sevimli olmak cevabını verir ki!"


       Pantolonumun beden numarası küçük geliyordu ve götüme, kalçalarıma yaptığı pres kilo vermem konusunda beni uyarıyordu.Daha önce üzerime cuk oturan elbiselerim fazladan yediğim tavuk, pilav ve tatlılar için beni affetmiyordu. Bedenim arzulanabilir olmaktan gittikçe uzaklaşıyordu ve insanların hikayelerindeki şişman terli adam olmamak için yemekle arama mesafe koymak zorundaydım.
    Akşamları çıkıp koşmaya başladım. Koşuyorudum dediğime bakmayın yüzde sekseni yürümekle geçiyordu. Evim çarşıda olduğu için bırak koşmayı yürüyecek alanı zor buluyordum. Bu sebepten tenha olsun diye akşam geç saatlerde çıkıyordum koşmaya(yürümeye). Bir gece dışarda kavga çıktı. Adamlar gözümün önünde adamı hamur yoğrar gibi dövüyorlardı. Dayak yiyen ise ısrarla “Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?” diyordu. Anasını belleyen adamlar muhtemelen kim olduğunu da biliyorlardı. Ama yediği dayaktan sonra eminim annesi bile onun kim olduğunu anlayamayacaktı. Bu kavga bende travmalar oluşturdu desem abartılı olur ama “deli mi sikti beni gece gece çıkıyorum” dedirtti. 
    Yaptığım haftalık diyetler işe yarasa da bir istikrar yakalayamıyordum.Sivri burun ayakkabıdan vazgeçemeyen bir pezevenk gibiydim. Çok fazla enerji harcamıyordum. Harcadığım enerjinin çoğunu da yemek yerken harcıyordum. 
      Kilolu olmak ayıp bir şey olmadığı gibi estetik de değildir. Hiçbir genç kızın odasının  duvarında şişman birinin posterini görmedim. "Kilomla mutluyum,barışığım" diyenlerin çoğu defalarca diyet yapmalarına rağmen kilo veremeyenlerdir. Şişmanları severim. Tombik ve sevimlidirler. Sevimli olmak mı seksi olmak mı istersin sorusuna kaç şişman sevimli olmak cevabını verir ki!
    Evet, ben de sevimli olmak istemiyordum. Bir spor salonuna yazıldım. Spor salonunda bir sürü sevimli insan vardı. Herkes arzulanabilir bir bedene sahip olmak için elinden geleni yapıyordu. Hepsinin zayıf hallerini hayal etmeye çalışıyordum.
     Kilo vermek isteyenlerin çoğu bunu sağlık için yaptıklarını söyler. Kusura bakmayın ama insan sağlık için, spordan sonra yarım saat aynada götüne bakmaz.Arzulanmak isteğini ayıp buldukları için kendilerine bile itiraf edemezler bunu. Arzulanmak için olmasa bile insanlar tarafından "şu koca götlü yok mu" diye tarif edilmek istemezler.
   Spor salonuna sevimli olmayan seksi erkekler ve kızlar da geliyordu. Fiziklerinin verdiği özgüvenle hiçbirimizi siklemiyorlardı. Biz de onlar gibi olup kimseyi siklememek istiyorduk. Spor aletlerine daha bir yükleniyorduk. 
      Harıl harıl kilo vermeye çalışan sevimlilerle bodrum katta bir spor salonundaydık. Akşam yeraltına çekilip göt küçültüyor gündüz de insanların içine karışıyorduk. Bir yeraltı örgütü gibiydik. Televizyon dizilerinde uğruna kardeşin kardeşi vurduğu kişi olmak istiyorduk. Tek özelliği seksi bir vücuda sahip olmak olan(daha ne olacak amk)gerzek hocalarımız ne derse büyük bir hırsla yapıyorduk hemen.  
   Oturarak kullanılan spor aletlerinde genellikle çok şişmanlar olurdu. Bu kadar şişman olmayı nasıl beceriyorlardı. Şimdiye kadar çok yemek yiyerek şişmanlayan birini görmedim. Hepsi hastaydı aslında, aldığı haplardan ya da genetik ..vs. Bu kadar kiloyla bir "Hapı yutma" durumu var doğru da spor aletinden genetiği düzeltmesini beklemek ne demek oluyor.
     Spor salonu dışındaki hayatımın ana muhabbeti kilo vermek olmuştu. Herkes kilolarımdan rahatsızmış gibi önerilere boğuyorlardı beni. Şişmanların önerilerde bulunması ise can sıkıcı olmasının yanı sıra saçmaydı. Yemek yemek değil sıçmak mutlu ediyordu beni artık. Sıçtıktan sonra klozete bakıp verdiğim kiloyu tahmin ediyordum.
    'Benim bedenim benim kararım' gibi görünsede değildi aslında. Yemek yemeyi seviyorum ama kilo almayı sevmiyorum."Gülü seven dikenine katlanır" diyeceksiniz, saçmalamayın konuya tam uymuyor. İnsan istediği zaman sıçabilmeliydi aslında. İstediğimiz zaman yiyiyoruz da niye sıçamıyoruz. İstediğimiz zaman sevişemiyoruz da mesela( muhabbetimizle alakası yok ama sevişmek her zaman ilginizi çeker) 
    Gömleklerimden tutun da donuma kadar tüm iç-dış elbiselerim beni terk ediyorlardı. Tek sadık dostum çoraplarım kalmıştı. Daracık elbiselerin içinde (tabiki dar olan elbiseler değildi) çöp bidonuna siyah poşet içinde bırakılmış patlamaya hazır bir bomba gibi duruyordum."Kilo almışsın" diyen sevimli şişmanların mutluluğunu gözlerinden okuyabiliyordum. Sanki ben kilo aldıkça onların götü küçülüyordu.
      Rejime başladığım ilk haftaki hevesim olmasa da kararlılığım devam ediyor ve etmek zorunda. Yoksa ben de koca götüyle barışık bir sevimli olarak hayatımı devam ettireceğim.

                                                                                                                                                   PAT

patoyku@gmail.com 

www.facebook.com/pat.oyku





18 Ağustos 2013 Pazar

Davetsiz KPSS'ci

      "Kimin oğluydu bu, hangi kızla sevişecek ve kim buna baba diyecekti."

     
          İçmek istemediğim halde bir tane sütlü nescafe söyledim. Yaklaşık 20 dakikadır sadece bir çay içmiştim ve bu durum garsonun hoşuna gitmiyordu. Tek başıma oturduğum masaya '5 kola 10 tost 2 çay' istesem şaşırmadan getirecek pezevenk. Demez ki "Nasıl yiyip içecek bu kadar şeyi". 'Ne yapsın ekmek parası' diyemiyorum. O ekmeğe para veriyor da ben çaya kolaya gazoz kapağı mı veriyorum. Arkadaşım olacak şerefsiz yine geç kaldı. Her zaman 1 saat geç geldiği için buluşma saatimizi 1 saat erken söylüyordum. Ama ikinci buluşmamızdan sonra durumu anladığı için 2 saat geç geliyordu.
Randevularına geç kalanların çoğu aynı zamanda gece de geç yatarlar.Çünkü böylelerinin genellikle sabah gidecekleri bir işi yoktur. Akşam da yoktur. Genellikle işsizdirler.
Sütlü nescafemin gelişinden 10 dakika sonra arkadaşım geldi. Yanında bir arkadaşı vardı. Davetsiz misafirleri sevmem, davetlileri de sevmem. Merak edenler için söyleyeyim: ikisi de erkekti. Tanıştık.Memnun olduğunu söyledi. Aynı memnuniyeti duymadığım halde 'ben de' dedim. Kılığından kıyafetinden KPSS'ye hazırlandığını anlayabiliyordum. Kirli sakal, kareli gömlek, eski okul anıları ve futbol muhabbeti onu ele veriyordu. Eski dostların yolda karşılaşmalarının faturası bana kesilmişti. Bitmesin diye yavaş yavaş içtiğim kahve de soğumuştu.
          Yabancısı olduğum ve ilgilenmediğim okul anılarını anlatmaya başladılar. Ekmek parasını çıkaran garson şimdi de peynir parasının peşine düşmüştü.Siparişlerini istedi. Arkadaşım hesabı ödemeyeceğini bildiği için sütlü bir nescafe istedi. Memur adayı davetsiz de 'aynısından alıyım' dedi. Garsonun sevinçten eli ayağına dolandı ve elindeki kalemi düşürdü. Ayağımın dibine gelen kalemi kırmak istedim o an.
  Kendi aralarındaki muhabbete beni de dahil etme isteğiyle arkadaşım anıları bana dönerek anlatmaya başladı. İçinde bir sürü tanımadığım isim olan komik bir hikaye anlattı ama içimden gülmek gelmiyordu.
Yaklaşık 10 dakikadır tuvaletin boş olmasını bekleyen arkadaşım içtiği nescafe'yi kafeye geri iade etmek için WC'ye gitti. KPSS'den 85 puan alma hayalleri kuran sikkoyla başbaşa kaldım. Nerden mezun olduğumu, ne iş yaptığımı, nereli olduğumu, eve metroyla mı metrobüsle mi gittiğimi ...vs sordu. Sıkıla sıkıla kendim ile ilgili bilgileri elemanla paylaştım. Ayıp olmasın diye sorduğu soruların aynısını ben de ona sordum(Tabi cevaplarını dinlemeyerek) İlgiye hasret olan davetsiz büyük bir iştahla uzun uzun cevap veriyordu sorulara. Ne anlatırsa anlatsın adam ilgimi çekmiyordu ve hiçbir menfaatime cevap verecek gibi değildi.
Limonlu sodaların eşliğinde sıkılmaya devam ediyordum. Arkadaşımla ikili bir sohbete başladık. Neredeyse 1 saattir kendisiyle ilgilenmiyorduk ama eleman gitmiyordu. Bitirdiği soda şişesinin pipetiyle saçma sapan şekiller yapıyordu. Ne yarrak kürek bir adamdı.Bu pezevenk yarın öbürgün memur olup "bugün git yarın gel" diyecekti. 24 aylık bir buzdolabı taksidine girecek ve 20 yıl sonra daha da sikindirik bir adam olarak emekli olacaktı. Şimdi ona "Bugün git bir daha gelme" demek istiyordum.
  "Siz burda mısınız daha" diye sordu sohbetimizi keserek. Niyetini bilmediğim için ne cevap verirsem daha az yara alarak kurtulurum diye düşündüm. "Sıkıldı herhalde, gidecek" diye tahmin ettiğim için "Evet" edim. Tanesini 5 liradan aldığı 8 tişörtlü poşetini yanımıza bırakarak 15-20 dk sonra geleceğini söyledi. Gitmek bilmiyordu amk. Kimin oğluydu bu, hangi kızla sevişecek ve kim buna baba diyecekti.
Arkadaşımın belasını siktim bu denyoyu başımıza bela ettiği için. Aslında böyle olmadığını KPSS'nin onu bu hale getirdiğini, kendisinin de şaşırdığını söyledi. KPSS ile bu hale geliyorsa buzdolabı taksidiyle kimbilir ne hale gelecekti daha.
Arkadaşım ödemeli olarak kız arkadaşını aradı. Aramak için telefonumu istemediği için takdir ettim bu hareketini. Davetsiz elemanla yaptığı hatayı telefonla telafi etmeye çalışıyordu. Kız arkadaşı aradı ve gelmesi için bir mekan söyledi. Günümü kabusa çeviren arkadaşım şimdi de beni satıp kız arkadaşının yanına gidiyordu. Hesap konusunu hiç gündeme getirmeden kendine iyi bak dileklerini bırakarak gitti. KPSS'ci elemanın poşetiyle sik gibi kaldım masada.

                                                                                                                                                    PAT

patoyku@gmail.com 
www.facebook.com/pat.oyku

17 Ağustos 2013 Cumartesi

Dik Konumuna Getirin

         Sabah 5’e kurdum telefonumun alarmını. Ertesi gün öğleden sonra 4’te çekim olmasına rağmen biletim, en ucuzu o olduğu için, sabahın 5’ine alınmıştı. Az uyuduğum zamanlar bütün günü kötü bir baş ağrısıyla geçiriyorum. Sabah 5’te uyandım. Henüz hiçbir baş ağrısı duymuyordum. Bir taksi bulup havaalanına gitmek için çıktım evden. O saatte metro olmadığı için havaalanına gitmek için taksiye 15 lira bayılacaktım. Aslında kendi cebimden de bir 15-20 lira daha eklesem daha geç bir saatte uçabilirdim diye düşündüm. Sonra sabah sabah yaptığım hesaba bak mına koyim dedim. Meydana geldim. Seyyar kokoreççi ve sarhoş müşterisi, iki taksici ve bir tinerci vardı. Şoförünün Rizeli olduğunu öğreneceğim taksiye bindim. Yollar bomboş olmasına rağmen şöför çok temkinli kullanıyordu arabayı. Kendisini bu dikkatinden dolayı tebrik ettim. Uzun zamandır kimse tarafından tebrik edilmeyen şoför, kendisi kadar dikkatli olmayan meslektaşlarını 10 dakikalık yolda harcadı. Çok ihtiyacı olduğunu düşündüğüm için sürekli adama gaz veriyordum ben de. Biraz sohbetten sonra şöför beni hatırladığını, daha önce de havaalanına getirdiğini söyledi. Ben de hatırlamadığım halde heyecanına ortak olmak adına kendisini hatırladığımı söyledim. Halbuki şimdi binsem arabasına yine tanımam adamı. Yol 13 lira tuttu, 2 lira da sohbetine verdim.
                  Havaalanının en boktan bölümüne, yani girişine geldim. Allahtan çok fazla eşyam ve kemerim yoktu. Birkaç arama noktası vardı. Hangisinde sıraya girersem daha çabuk geçerim diye hesap yaptım. Her zamanki gibi hesabım tutmadı ve en yavaş olanını seçtim. Check-in yaptıktan sonra kapıya gitmek üzere tekrar kontrol noktasına geçtim. Yine en yavaş kuyruğu seçtim. Kuyruğun yanında orta yaşın ütünde, yaşlı denmeyecek ama orta yaş da denmeyecek şişman bir kadın çömelmişti. Umarım verdiğim tariften bir sik anlamışsınızdır. Kadının yanında da hem oğlu hem de kocası olabilecek tipte bir adam... Adama genç bakarsan genç yaşlı bakarsan yaşlı görünüyor. “Nasıl bir adammış amk?” diyeceksiniz. Ne biliyim, ilginç olmasa anlatmam zaten ben de.. Neyse uçağa bindim. Her zamanki gibi cam kenarı tutkunları yine yerlerini almıştı. Koridordaki koltuğuma oturdum. Yanımda oturacak iki kişi henüz gelmemişti. Nasıl kişiler olacak acaba diye düşündüm. Öyle çok heyecan yapmadım sadece bir anlık merak ettim. Baktım kuyrukta yere çömelen kadın ve  yaşlı ve orta yaş karışımı adam milleti devire devire bana doğru geldiler ve kadın cam kenarına, adam ortaya oturdu. Kadın çok kiloluydu ve 150 metrelik yürüyüş onu mahvetmişti. Oturur oturmaz 1 litre su ve bir simit bitirdi. Çantası adamın elindeydi. Adam kadının rızkını elindeki çantada taşıyordu. Kadına karşı çok sevecendi. Bu sebepten karısından ziyade annesi olduğunu tahmin ettim. “Karısına sevecen olamaz mı!” diyeceksiniz. Olur ama ben annesi diye tahmin ettim. Kadın ilk defa uçağa biniyordu, adam onu heyecanlandırmaya çalışıyordu ama kadın su ve simitten sonra iyice şişmişti ve uçak umurunda değildi. Füzeye koysan siklemezdi sanırım.
                  Uçak kalktı. Kitabımı açıp okumaya başladım. Kadın ve adam da aralarında Kürtçe konuşmaya başladılar. Ben de Kürdüm diye konuşmaya dahil olayım dedim ama sonra "boşver adam salça olacak şimdi" dedim. Kadın hapşırdı. Bende alerji olduğu için genellikle yanımda selpak taşırım. Kadına bir tane selpak uzattım. Adam teşekkür etti, ben de rica ettim. Türkçe konuşmuştuk. Neden Kürtçe konuşmadım diye düşündüm ama tekrar konuşmaya üşendim ve elimdeki kitap sarmıştı. Sonra diğer tarafımdaki adam hapşırdı. Ona da bir selpak verdim. Teşekkür etti, rica ettim. Yaptığım iyiliklerle uçağın orta sıralarının gözdesi olmuştum. 

                  “Birazdan servis başlayacak, koltuklarınızı dik konuma getirin” anonsu geldi. Kek, simit ve meşrubat servisi başladı. Sabah hiçbir şey yiyememiştim. Sıra bana geldi. “Kek mi simit mi?” sorusu geldi. Tercihi her zaman simitten yana kullanan ben bu sefer kekten yana kullandım. Koca mı kardeş mi olduğuna karar veremediğim adam da benden etkilendi galiba, o da kek dedi. 15 dakika önce 1 litre su ve bir simidi mideye indiren kadın hiçbir şey istemediğini belli eden sesler çıkardı. Hostes bizim sırayı geçtikten sonra bir şey istemediğini söyleyen kadın kararından vazgeçerek tekrar simit istedi. Bu kararsızlık hostesin canını sıktı. Hostes suratında zoraki bir gülümsemeyle içinde hayvan gibi doğranmış kaşar peyniri bulunan simidi kadına gönderdi. Havada güler yüzle kek ve meşrubat dağıtan hostesin karada hava atması her zaman tuhafıma gitmiştir. Pilotun havasına eyvallah, uçağı indirsin de pilot ne yaparsa yapsın. Ama hostes, meşrubat içmesem de olur 1 saat. Bir de çirkin hosteslerden şikayet eden adamlar vardır. Sanki güzel olsa sikecekmiş gibi davranırlar. Konuyu dağıtmıyım diyecem ama dağıtsam ne olur. Kısa bir hikayeydi zaten.

                                                                                                                                                     PAT
patoyku@gmail.com 
www.facebook.com/pat.oyku