27 Kasım 2014 Perşembe

SİKKOQUES OF CİNEMA

 “Filmin neresine koyarsan koy yer. Gizemli yönetmen olursun. Metaforlu at garantidir.”


On iki cevapsız arama yazıyordu. Kendisi görüşmek istediği zaman defalarca arardı. Metroda telefon çekmediği için bana ulaşamamıştı. Aradım,

-       “ Nerdesin?
-       “Sen nerdesin amk. Kaç defa aradım”
-       “Metrodaydım oğlum”
-       “Ali abinin yerindeyim gel”

Her zamanki yerinde beni bekliyordu Zahir. Halbuki aynı yerde birilerini bekletirdi hep.

-       “Nerde kaldın olum?”
-       “Uzatma amk. İşin olmasa babanın telefonunu açmazsın. Şimdide kalkmış la… ”
-       “ Ya tamam çay söyle iki tane çok önemli bir şey konuşcam seninle”

İki çay söyleyemeyen adam ne kadar önemli bir şey konuşabilirdi ki!

Çaylarımız geldi.

-       “Biri açık olsun demiştim.” dedi Zahir.
-       “Kusura bakmayın efendim değiştiriyorum hemen”
-       “Az önce de aynısı oldu ama”
-       “Kusura bakmayın”

İki liralık çay üzerinden insanların sinir sistemiyle oynuyordu Zahir. Üstelik parasını ödemeyip ısmarlattığı çaylar.

-       “Hava da soğuk abi ya. Sigara içmesen içerde otururduk.”
-       “Rahmetli nenem gibi kafa sikme ya. Oğlum müthiş bir iş projem var. Kaç zamandır aklımdaydı zaten. Biraz daha pişmesini bekledim sana anlatmak için”
-       “Çiğ proje yedirme bana”
-       “Sikecem gırgırını. Dinle insan gibi. Bu proje istediğim gibi gitsin yılda iki daire alırsın Cihangir’de.”
-       “İki yılda bir daireye de razıyım”

Daire almak çok önemlidir. Karakteriniz ne olursa olsun daire(ler)nizin olması sizi saygın biri yapar. Memlekette apartman dikerseniz taşaklarınızı öperler. Elli tane otelin olsun, memlekette apartmanın yoksa eğer boş.

-       “ Playstation 4 salonu mu açıcan lan yoksa” dedim.
-       “Sikkoque”
-       “O ne lan”
-       “Festivalciler için ismi Sikkoque olan bir dükkan açıcam.”
-       “Yönetmen mi satıcan?”
-       “Bırak dalgayı. Her yıl en az yüz festival filmi çekiliyor. Bu filmcilere filmlerinde lazım olan şeyleri satıcam”

Zahir’in söylediklerinden hiçbir şey anlamamıştım. Yıllarca setlerde dördüncü reji asistanı olarak timecode* tutmaktan kafayı yemişti herhalde. Projem var derken gözleri parlıyordu. Setlerde hep arka planda kalmıştı. Ne sanat ekibinden kızlar ne de makyöz kızlar için hiçbir zaman cazip bir delikanlı olamamıştı. O sadece bir timecodecuydu. Diyeceksiniz ki timecodecu da insan değil mi? Hayır, değil. Şimdi kaderine başkaldırıyordu.

-       “Ne olucak abi bu Sikkoque’de”
-       “Kesinlikle dört-beş tane at olacak. At her zaman tutar.  Filmin neresine koyarsan koy yer. Gizemli yönetmen olursun. Metaforlu at garantidir. Her sene üç-beş tane içinde at olan festival filmi vardır mutlaka. Parasını çıkarır yani”
-       “Karga da fena değil aslında”
-       “Karganın sesi yeter abi. At kadar olmasa da onun da bir gideri var. Güvercin naif yönetmen işi, karga koydun mu karizma olursun. Belki söylediklerim kafana yatmıyordur. Sana şöyle bir örnek vereyim. Hala oğlunun Kars’ta verimsiz birkaç dönüm toprağı vardı. Satmak istiyordu ama kimse almıyordu. Çorak arazisinde bir ağaç dışında da ağaç yoktu. Abicim bir gün filmciler geldiler, karda tek ağacın yanında çekimler yaptılar. Bizim hala oğluna da para verdiler bunun için. Sonra başka yönetmenler de gelmeye başladı. Yani sırf karda tek ağaç görüntüsünden ne paralar kazandı. Beş para etmeyen arazisi acayip değerlendi. Buna özenen köylüler arazilerindeki diğer ağaçları kesip bozkırda tek ağaç işine girdiler. Hala oğlunun memlekette Arçelik bayisi var şimdi.  

Timecodecuya bak sen. Ne anasının gözü çıktı. At-Karga-Tek Ağaç. Fena fikir sayılmazdı.
           
Garson masadaki boşları alırken,

-       “Bir limonlu soda getirsene” dedi Zahir. Kabaca.
-       “Ben de bir çay daha alabilir miyim” dedim. Kibarca.

Zahir, yüzümde anlattıklarının heyecan yaratıp yaratmadığını anlamaya çalışıyordu.

-       “ Nasıl buldun fikrimi?” dedi.
-        “ İyi hoşta sadece At-Karga-Tek Ağaç mı olacak Sikkoque’de”
-       “ Olur mu abi öyle şey. Bunlar temel şeyler. Binanın çimentosu gibi düşün.  Bir de tek başına yaşayan gizemli, bohem roller için bir fikrim var. İşletme ve Fen-Edebiyat fakültelerinden mezun KPSS’cilerden bir ekip kuracam. Bu adamları Allah güldüremez. Koyacan kadraja öyle sığır gibi sağa sola baksınlar, dalsınlar, uzaklara baksınlar. Zaten diyalogları da çok olmuyor. Hatta elimde şahane biri var şimdi. Onu biraz daha pahalıya kiralıycam. Eleman geçen ay Abbas Güçlü’nün programında diplomasını yırttı. Ekran deneyimi de var yani. Mutsuzluktan ölüyor amk.”
-       “Ben de yardımcı olurum sana bu konuda. Kahveden toplarım otuzbircileri getiririm. Karınlarını doyursunlar yeter.”

Beni de havaya sokmuştu timecodecu. Harbiden iyi projeydi. Çok heyecanlandırmıştı beni. Kesin ortak olmalıydım ona. Bu arada garson siparişlerimizi getirdi.

-       “ Bu ne abi? Ben limonlu soda istedim” dedi Zahir. Göt bir şekilde.
-       “ Limonlu soda efendim” dedi garson.
-       “Bu limonlu soda değil, sade sodanın içine limon parçası koymuşsunuz. Ben sizden limonlu soda istedim.”
-       “Limonlu sodamız yok efendim”
-       “ O zaman geri götür istemiyorum”
-       “Ver ben içerim onu” dedim. Fedakarca.
-       “Madem limonlu soda yok bari bir türk kahvesi getir” dedi Zahir. Kaypakça.

Ortamı yumuşatmak adına içinde limon olan sade sodayı ben almıştım. Çaydan önce sodayı içeyim derken çayım soğumuştu. Timecodecu setlerde kendisine yapılan ibnelikleri kafede garsona yapıyordu. Ne demişler “Timecodecunun öc alma gününden korkun”.

-       “Başka neler olacak dükkanda?”
-       “ Kürt filmlerinden de iyi kazanacaz. Dengbej bir kere kesin olacak. On Kürt’ün dokuzunun projesinde dengbej vardır mutlaka. Bildiğim iyi bir dengbej vardı ama kısa filmciler geçen sene o kadar çok bağırttılar ki onu, adam gırtlak kanserinden öldü. Elimde yenileri var şimdi. Toros araba da kesin olacak. Mercedes’ten daha çok kira getirisi var. Tabut zaten Allah’ın emri. Dengbej-Toros-Tabut. Gözün kapalı alacaksın bunları, riski yok. Bu üçünün olmadığı kaç Kürt filmi gösterebilirsin abi bana.”

Ulan! Yıllardır bir dahiyle dostmuşum da farkında değilmişim. Bu işin batma imkanı yoktu kesinlikle. Formül belliydi sonuçta. Timecodecu Zahir coşmuştu bir kere, anlatıyordu.

-       “Dükkanın en alt katı kırtasiye ve internet kafe olacak. Yönetmenler bilgisayardan çıktı alıp DVD kutularına filmlerini koyacaklar hemen orda. Her festival en az beş DVD istiyor. Sırf bu kırtasiye işiyle dükkanın kirasını çıkarırız zaten.”
-       “ Kısa filmciler için bir şey düşünüyor musun?”
-       “Zaten asıl para kısa filmcilerde abi. En az jüri özel ödülü garantili senaryolar satacaz onlara. Çok az parası olanlara ise sadece finale kalma garantili senaryolar verecez. Garip film isimleri olan bir listemiz olacak bir de(Metamorfoz, Döngüsel Kırılma, Kör Ayna vs…) Film ismi işinden de hatırı sayılır bir para kalır bize. Engellilerle, tuhaf hastalıklara yakalanan insanlarla, ölmek üzere olan zanaatkarlarla, köyde yalnız yaşayan ihtiyarlarla her zaman dirsek temasında olacaz. Çektikleri kötü filmlerle jüriyi geçemeyen yönetmenler jürinin vicdanıyla oynayarak ödül almak isteyecektir.”

Daha fazla dayanamayıp kalkıp öptüm timecodecuyu. Bizi kurtaracak olan bir projeye imza atacaktı. Türk kahvesi de gelmişti bu arada,

-       “ Çok geç geldi kahvem, ben on beş dakika önce içmek istiyordum. Şimdi istemiyorum.” dedi Zahir. Utanmadan.
-       “ Kömür ateşinde hazırlıyoruz, hemen olamıyor maalesef” dedi Garson. ‘Belanı sikecem artık’ tonunda.
-       “Ben içmek istemiyorum ama”
-       “Kahveyi ben içebilirim” dedim. Yine Fedakarca.

Bana da yazıktı. Garson bu duruma daha fazla seyirci kalamadı. Sıcak kahveyi Timecodecunun ensesinden dökerek tokatlamaya başladı. Memleketteki sekiz kardeşine para gönderen bir Diyarbakırlıydı garson. Ahşap sandalyeyi kafasında kırıp sandalyenin bacağını Zahir’in götüne soktu. Beş saat süren bir ameliyatla ancak çıkarabildiler götünden sandalyenin ayağını. Böylece Sikkoque projesi de bir süre ertelenmiş oldu.

*Timecodecu: Çekilen görüntülerin kayıt sürelerini ve hangi görüntünün kurguda nerede kullanılacağını not alan kişi.                                                                      

27 Kasım 2014                  PAT

patoyku@gmail.com 
www.facebook.com/pat.oyku



6 Kasım 2014 Perşembe

KUTSAL HOROZUN YUMURTASI

 “Bütün gezi programları aynı şeyi yapıyordu. Çektiğimiz insanlar genellikle daha önce on- on beş defa zaten çekilmiş oldukları için bize nerden daha iyi görüntü alabileceğimizi söylüyorlardı. Tandırın başında bekleyen teyze o kadar çok program yapmıştı ki tandıra atmaya odunu kalmamıştı.”


Rıfat’la birlikte önümüzde giden lüks prodüksiyon aracını bindiğimiz transit ile takip ediyorduk. Bir televizyon için bir gezelim görelim (yiyelim, sıçalım,para kazanalım)programı çekiyorduk. Daha önce binlerce defa çekilen programlardan bir farkımız olduğunu söyleyemem.  Köylülere yemek yaptırıp bol bol yemeklerini övüyorduk. Ölmek üzere olan son el sanatları ustalarıyla birlikte yeni nesli itin götüne sokuyorduk. Geleneksel kıyafetleri giyip halay çekiyorduk. Gittiğimiz şehre ve insanlarına methiyeler dizip dönüyorduk.

Bütün gezi programları aynı şeyi yapıyordu. Çektiğimiz insanlar genellikle daha önce on- on beş defa zaten çekilmiş oldukları için bize nerden daha iyi görüntü alabileceğimizi söylüyorlardı. Tandırın başında bekleyen teyze o kadar çok program yapmıştı ki tandıra atmaya odunu kalmamıştı.

Bizim diğer programlardan tek farkımız sunucumuzun ressam olmasıydı.(Sunucumuz aynı zamanda programın yapımcısıydı) Gittiğimiz her şehirde sunucumuz bir sergi açıyordu. Ben de yönetmen yardımcısı adı altında ikinci kamera olarak çalışıyordum.

Rıfat resimleri taşıyan transit aracın şoförlüğünü ve aynı zamanda resimlerin hamallığını yapıyordu. Gerçi sadece Rıfat değil ben de resimleri taşıyordum. Koca koca tabloları mekanda asıp hazırlayana kadar canımız çıkıyordu.

Rıfat asgari ücretle çalışan hafif tombul bir arkadaştı. Kafası çok büyük ama ağzı, burnu ve gözleri kafasına göre çok küçüktü. Uğur Gürsoy karikatürü gibiydi. Rıfat daha önce bir bakkal dükkanı batırmıştı. On iki binlira borcu kalmıştı o iflastan. Evliydi. Karısı da asgari ücretli bir işte çalışıyordu. Acayip itaatkardı patrona, kameramana, sekretere  daha doğrusu kendisinden fazla maaş alan herkese.

Koca koca resim tablolarını daracık merdivenlerden indirmeye çalışırken çok zorlanıyorduk Rıfat’la. “ Sikecem tablosunu da resmini de “ dediğimde Rıfat’ı gülme tutu.  Çok hoşuna gitmişti bu küfür. “Bu ne amk, ne anlatıyo bunlar” dediğimde artık iyice sinirleri boşalmıştı. Gülmesine engel olamıyordu. Sanki o düşünüyordu da ben konuşuyordum. Hislerine tercüman olmuştum. Soyut resimlerdi hepsi ve hiçbir şey anlamıyordu benim gibi. Anlaşılacak bir şey de yoktu zaten. Sadece çizen kişinin anlattığını idda ettiği şeyler vardı tablolarda.

Beş kişilik bir ekiptik. Sunucu, kameraman, sunucunun asistanı gibi biri vardı bir de.(çok az işe yarardı). Kamerman tam bir sikkoydu. Bir insan ne kadar sevimsiz olabilirse o kadar sevimsizdi. Bir insan ne kadar yavşak olabilirse o kadar yavşaktı. Ekipte ezebileceği tek kişi Rıfat’tı. Onu eziyordu. Ben işe yeni başlamıştım ve beni tam tanımadığı için Rıfat’a tavırlarından bana da gözdağı veriyordu.

Tandır başında yemeğimizi yiyip doksan yaşındaki bakırcı ustasının ellerinden öptükten sonra programın sergi kısmına geçmiştik. Rıfat’la ikimiz için en azap verici bölümdü. Götümüzden ter atıyordu. Kameraman Rıfat’ı yanına çağırdı.

-       “Bu sesin kablosu nerde?”
-       “Bilmiyorum Taner abi”

Kameraman Taner’den büyük olmasına rağmen ona abi diyordu.

-       “Ne demek bilmiyorum arabaya koymadık mı?”
-       “Koymuşuzdur Taner abi, nerde olacak ki!”
-       “Yok işte arabada ne yapcaz şimdi, yedeği de yok”
-       “Ya Taner abi ses de benim işim mi, ben ne biliyim” diye isyan etti sonunda her zamanki sesinden iki volum yüksek bir sesle.
-       “Ne sesini yükseltiyorsun len bana, kim kaybetti o zaman bu sesi” diye bağırdı Taner.
-       “ Ben kaybettim amk. Ne yapcan dövücen mi?” diye dayanamadım lafa girdim.
-       “ Sen ne karışıyorsun len” dedi.
-       “ Len deme siktirme belanı, ne dikleniyorsun dövecek gibi.” dedim.

Araya sunucunun asistanı girip Taner’i yanımızdan uzaklaştırdı. “Böyle delikanlıyım, sikerim adamı” temalı kendimi övme diyaloğu değildi anlattıklarım. Sakat birine tekme atan birini görünce ne yaparsanız ben de onu yaptım. Bir de kameramanın korkak olduğunu tahmin etmiştim. Yaptığım gider yanıma kar kalmıştı. Taner o günden sonra yavşayıp duruyordu bana. Korkmuştu. Rıfat’ın kahramanı olmuştum. Kendisi de cesaretlenmek yerine koruyucu kanatlarımın altına girmeyi tercih etmişti.

Otel odasında sunucu dışında hepimiz ikili kalıyorduk. Hiyerarşi piramidinin en altında kalan ben ve Rıfat aynı odayı paylaşıyorduk. Rıfat çok konuşmazdı odada. Akşam yemeğini yedikten sonra duşunu alır, karısını arar ve yatardı. Uyuduğundan emin olmadığım için ben de eşimle rahat konuşmak için otel koridoruna çıkardım. Ekipte bir tek sunucu yatağında taşaklarıyla oynayıp sevgilisiyle rahat rahat konuşabiliyordu.

Sabah kahvaltısındaydık. Kahvaltıya en erken kameraman Taner iniyordu. Bu alanda bayrağı kimseye kaptırmıyordu. Yemekhanecilerle birlikte uyanıyordu pezevenk. Rıfat kahvaltıda üç tane haşlanmış yumurta yerdi. Çok seviyordu yumurtayı ama yumurtayı soyma konusunda çok beceriksizdi. Yumurtaları soyarken çok zaman kaybettiği için peynir ve reçelin zamanından çalıyordu.

-       “Abicim bak yumurtanın her tarafını kırdığın için yumurta kabuğu birçok küçük parçacığa bölünüyor ve hepsini ayıklamak zorunda kalıyorsun. Eğer sadece bir yerinden kırarsan büyük bir iki parçayla hemen soyabilirsin.” diyerek teknik dehamı insanlığın hizmetine sundum.
-       “Len Mardinli senin kafa çalışıyor he” dedi Rıfat.

O gün Rıfatla bizi zor bir gün bekliyordu. Resim sergisi vardı yine ve bütün resimleri sergi alanına taşıyıp asmamız lazımdı. Anadolu halkının sergiye ilgisi az değildi. Hiç yoktu. Programda göt olmayalım diye vali, kaymakam ve belediye başkanlarını falan davet ediyorduk. Bu isimlerin etrafında da zaten en az yirmi otuz yalaka insan oluyordu.
Sergimiz hazırdı. Resmi büyüklerle birlikte en az elli-altmış insan vardı sergide. Vali hangi resme yürüse arkasından elli kişi aynı resme gidiyordu. Vali horozlu bir resmin önünde durarak,

-       “Bu resimdeki horoz mu?”(soyut çizilmiş bir horozdu)
-       “Evet, biliyorsunuz horoz Anadolu’da kutsaldır” dedi ressam ve ben devamını dinleyemedim. Horoz’un kutsal olduğunu ilk defa duyuyordum. Tavuk siken ve kasapta on liraya eti satılan horozun neresi kutsaldı. Devam ediyordu ressam
-       “Efendim! Anadolu’ya çağdaş sanatı taşıyorum” bu da yalandı. Benle Rıfat taşıyorduk hepsini. Valiyi görünce ne olduğunu merak ederek yanlışlıkla sergiye katılmış olan iki köylüden biri
-       “Bana bak hele ne anlatıyo bu” dedi ressama
-       “Siz ne anlıyorsanız resim odur”
-       “Valla ben hiçbir şey anlamayom”dedi. Diğer köylü lafa girerek
-       “Lan bizim garılara versen bunları odun diye sobaya atar” diyerek kankasıyla gülüştüler.

Akşam yorgun bir şekilde otele döndük. Rıfat yine benden önce yataktaydı. Benim uykum hemen gelmedi. Rıfat’ın yediği yumurtalar etkisini göstermeye başlamıştı. Havalandırmak için odanın penceresini açtım. İçerisi soğumuştu. Pencereyi kapatıp yatağa geçtim. Uykuya daldıktan birkaç saat sonra odadaki tıkırtı sesleriyle uyandım. Rıfat dolaptan bir horoz çıkarıyordu. Horozu karşısına alıp isteklerde bulunuyordu. Batırdığı dükkanın on iki binliralık borcunu ödemesi için kendisine dileklerde bulunuyordu. Sergide anlatılan horoz kutsaldır muhabbetine inanmıştı galiba. Horoza çok zor durumda olduğunu, iflasın sebebinin kayınbabası ve kayınçosu olduğunu söylüyordu. Ondan sürekli borç isteyip geri vermiyorlarmış. Ayakları bağlı olan horozun kaçacak yeri olmadığı için onu dinliyordu. Rıfatın dileğinin gerçekleşmesi için horozun yumurtlaması lazımmış. Rıfat beni görüpte utanmasın diye uyuyor numarası yaptım. O da duasını ettikten sonra horozu yerine koyup uyudu.

Sabahleyin otel odasında horoz sesiyle uyandık. Horoz ötünce mecburen durumu bana anlatmak zorunda kaldı.

-       “Buranın horoz eti meşhurmuş, hanımla yeriz diye aldım.”
-       “Kes öyle götür o zaman abi, böyle mi taşıycaksın”
-       “Kesip götürürsen lezzeti kaçarmış”
-       “Dikkat et o zaman da kendisi kaçmasın”

Ertesi gün Çorum Boğazköy’deydik. Eski adıyla Hititlerin başkenti Hattuşa. Bir arkeolog eşliğinde tarihi yerden görüntüler alıyorduk. Bizden başka bir de Japon turistler vardı. Nereye çekime gittiysek istisnasız Japon turistlere denk geldik. Her ne kadar bu muhabbet alay konusu olsa da adamlara helal olsun demekten kendimi alamadım. Tabi ki her TV programının gösterdiği yaratıcılığı biz de gösterip Japonlara programımızın ismini söylettik!

Hattuşa’da meşhur Aslanlı Kapı vardır. Kapının bir tarafında bir aslan başı diğer tarafında bir aslan başı vardır. Ama aslanlardan birisinin kafasını defineciler içinde altın vardır diye parçalamışlar. Arkeolog ve Japonlarla birlikte “Nıç Nıç cehalet, katliam, vahşilik” diye definecilere kin kustuk. Birkaç trilyon para için yapılacak şeymiydi yani. Bir insanlık mirasını böyle hunharca katletmek ne demekti. Kederimizden ölecektik.

Çekimleri tamamlayıp arabalarımıza bindik. Benle Rıfat her zamanki gibi aynı arabadaydık. Rıfat çok netti. “ Sikerim aslanın başını, burda ne altın vardır amk. Bir dahakine dedektörle gelecem.”

Otele dönerken yan şeritten motorun üstünde bir genç ellerini direksiyondan bırakarak geliyordu. Yüksekliği yerden yaklaşık yirmi metre olan bir köprünün üstünde motorla karşılaştık. Rıfat birden direksiyonu çocuğun üstüne kırıp onu korkuttu. Elleri direksiyonda olmayan motorcu dengesini kaybetti ve az daha köprüden uçuyordu. Neyse ki çocuk dengesini tekrar sağlayabildi ve kendisini ölümden bizi de cinayetten kurtardı.

-       “ Ne yapıyosun abi, çocuğu öldürüyordun”
-       “O da artistlik yapmasın amk.” Dedi gülerek. Hoşuna gitmişti korkması.
-       “ Artistlik yapsa bile öldürecek miyiz abi adamı. Şans eseri yaşıyor çocuk. Korkutma beni amk.”

Odaya girdiğimde Rıfat horozu otalığa salmıştı. “Çok bağlı kaldı hayvan,sıkılmıştır, yazıktır biraz yürüsün.” dedi. “Televizyon da açsaydın” dedim. Durmadan ötüyor ve sağa sola sıçrayıp sıçıyordu.  Rıfat donla yatağa uzanmış, ağzında sigarası karısıyla konuşuyordu. “Otel odasında sigara içmek yasak abi” diyecek oldum ama horozu hatırlayınca sustum. “Ben horozu biraz gezdirip geleyim” diyerek çıktı Rıfat. Gezdirme bahaneydi. Borçlarını horoza hatırlatıp gelecekti.

Çekim yaptığımız ertesi günün akşamında kötü bir haber aldık. Daha doğrusu Rıfat aldı. Babası ölmüştü. Çok ağladı. Teselli etmeye çalıştık. “Hayat devam ediyor, bak ne güzel ele ayağa düşmeden öldü. Böyle hayırlı ölüm versin Allah hepimize” dedik. Hem ağlıyor hem dinliyordu. Acilen ekipten ayrılıp babasının cenaze törenine gitmek zorunda kaldı.

Odaya döndüm ve  ilk işim horozdan kurtulmak olacaktı. Dolabı açtığımda horoz hala bağlı duruyordu. İnanmayacaksınız ama yanında bir de yumurta vardı. Bir adet haşlanmış yumurta.


                                                                        6 Kasım 2014               PAT

patoyku@gmail.com 
www.facebook.com/pat.oyku

16 Ekim 2014 Perşembe

KİRASINI ÖDEMEYEN KARAGÖZ

“ Tarihte göt kadar çay ocağına Otuz lira hesap ödeyen tek adamımdır. “

Çay ocağında bizi bekliyordu. Yanında bir kız ve erkek arkadaşı da vardı. Arkadaşım Kerem beni Hasan’la tanıştırdı. Hasan kukla sanatıyla ilgileniyordu. Televizyon programına çekecektim onu.  Birer çay isteyip üstüne atılan çarpılardan rengi değişmiş olan adisyona ortak olduk.

Sohbet etmeye başladık. Hasan’ın yanındaki arkadaşlarıyla da tanıştık. Aynı okuldanlarmış. Kız Samsunlu erkek Antepliymiş. İkisinin de ailesi memlekette okulları ise İstanbul dışındaymış. Bu ve buna benzer bir dizi daha gereksiz bilgiye ulaştım. Halbuki tek merak ettiğim şey sevgili olup olmadıklarıydı. Niye merak ediyorsun diyebilirsiniz. Bilmiyorum ama bunu herkes merak eder. Seviştiklerini düşünmek haz mı veriyor bize ne?

Hasan sevişen arkadaşlarının anti-tezi gibiydi. Üzerindeki eski elbiseler ve kirli uzun saç sakalı olumlu mesajlar vermiyordu çevresine.

-                    “Ben aslında Kerem rica etmese Televizyona çıkmayı kabul etmezdim. Sevmiyorum böyle şeyleri.” dedi Hasan.
-                    “Sağolasın, eyvallah. Biz de kabul etmene çok sevindik. Kerem çok bahsetti senden” dedim.
-                    “Başkaları gibi şov yapmayı sevmiyorum. Başkaları çok seviyor sanatçılık oynamayı. Ben de onlara diyorum ki tamam siz sanatçı olun ben zanaatkar olayım.”
-                    “Çok güzel diyorsun abi, herkes çok yalan, senin gibi sanatçı duyarlılığı olan insanlar az” diyerek röportajımı garantiye aldım.
-                    “ Çoğu kukla derneğine üye bile değildir. Ben iki yıldır derneğin yönetim kurulundayım. Kukla sanatı sanatların en büyüğüdür.”

Adamın önünü alamıyordum. Söylediklerini duymuyordu sanki.
Kuklalar canlanıp yaşasalar bile sanatların en büyüğü demek için insan bir durup düşünür. Ama Hasan tereddütsüz bir biçimde en iyisi olduklarını kuklacılara müjdeliyordu.

            Hasan kuklanın tarihçesini ve sanata bakışını anlatmaya başladı. Kerem telefonla konuşuyor, Hasan’ın arkadaşları da kendi aralarında cilveleşiyordu. Beni Hasan’ın karşısında yalnız ve savunmasız bırakmışlardı. Acımadan kukla derneğinin faaliyetlerini anlatıyordu.

-                    “ Abicim sohbetine doyum olmuyor bence röportaja da bir şeyler bırak”
-                    “ Sen röportajı merak etme, kuklayla ilgili sabaha kadar konuşabilirim”
-                    “Çok güzel, herkes senin gibi donanımlı olmuyor, çoğunlukla zor oluyor çekimler”
-                     
Adisyonu alıp hesabı ödedim. Ödedikten sonra Hasan “Niye ödedin?” diye ucuz kahramanlığa soyundu. Tarihte göt kadar çay ocağına 30 lira hesap ödeyen tek adamımdır. Adisyonu bir haftadır cebinde taşıyordu herhalde.

Hasan’ın atölyesine doğru yürüyorduk. Kerem “Ben gideyim, röportajdan sonra ararsın ” diyerek beni Hasan’a teslim etti. Hasan’ın arkadaşlarıyla birlikte evine doğru devam ediyorduk. Hasan kendisini ciddiye alan birini bulmanın sevinciyle durmadan bana kukla sanatını anlatıyordu. Konuşmasını dinlemiyordum artık. Trafiğe kalmadan nasıl eve dönerimin hesaplarını yapıyordum.

Eve vardık. Eski bir ahşap evdi. Evin ahı da vahı da gitmişti. Dışına “yaklaşmayınız, yıkılma tehlikesi” tabelasını asabilirdiniz. Üst katın penceresi açıktı. “Penceren açık kalmış, hırsız girmesin” dedim. Söylediğim lafta ciddi miyim diye bir bakış attı bana Hasan. Hırsızın bu evden para kazanabileceğini düşünmesi için aynı zamanda deli olması gerekir. Hasan’ın arkadaşları “ Biz markete gidiyoruz bir şey istiyor musunuz?” diye sordular. “Gelirken üzüm alın” dedi Hasan.

            Evin içindeydik. Çok dağınıktı etraf. Atölyeye geçtik. Yontma alet edevatları, yapıştırıcılar, bitirilmemiş kukla kafaları, izmaritler, asiti kaçalı en az 40 gün olmuş bir kola şişesi …vs. Olumlu anlamda söyleyebileceğim tek şey odanın penceresiydi. Çok güzel güneş ışığı alıyordu ve güzel bir bahçeye bakıyordu.

-                    “Çekime başlamadan önce çay içmek ister misin?”
-                    “Sağol, zahmet etme. Benim de işim var daha zaman kaybetmeyelim.”
-                    “Ne zahmeti ya. İçeriz birer bardak”

Ketıla su koyup kirli iki çay bardağını yıkamaya gitti. Kameramı kurup Hasan’ı beklemeye başladım. Hasan elinde iki çay bardağıyla geldi.

-                    “İstersen çayını da yanına al, masaya bırak, röportaja başlayalım. Çayın ekranda görünmesi problem değil”

dediğimi yaptı. Ben de bardağımı uzanamayacağım bir yere bıraktım. “Bardağını oraya bırakma, çekim yaparken uzanamazsın oraya” dedi Hasan. Bardağımı yanıma aldım. Ne çaymış amk. Daha yeni çay ocağında 12 tane çay parası ödedim.

            Kamera başında uyumamak için zor tutuyordum kendimi. Anlattıklarından hiç bir şey anlamıyordum. Kukla sanatının ilkçağdan günümüze kadar gelen tarihçesini ve yüksek felsefesini anlatıyordu. Sorduğum sorularla alakasız, kendi bildiği şeyleri söylüyordu.

            Röportajın ortasında kayıt devam ederken kalkıp kendine bir çay daha doldurdu. “ Çayını içmemişsin bak. Soğumuştur, ver yeni bir tane doldurayım” dedi. Dediğini yaptı. Yerine oturup “Nerde kalmıştık” diye devam etti. “ne bileyim yer mi bıraktın amk.” demedim. “Önemli değil başka soruyla devam edelim” dedim.

Röportaj devam ederken kapı çaldı. Hasan hemen sustu. Yüzünde tedirginlik vardı. Bana sus işareti yaptı. Kapı birkaç defa daha çaldı. Sonra da durdu. Hasan kısık sesle konuşmaya başladı.

-                    “ Ev sahibidir. Birkaç aydır kirayı ödeyemiyorum. Sanatımı paraya satmıyorum ya ondan geliyor bunlar başıma. TRT 5 tane kukla istedi benden tanesi beş bin lira’dan, kabul etmedim.”
-                    “ Niye etmedin. Fena para değil aslında”
-                    “Ben sanatımı, estetiğimi o kadar ucuza satmam. Başka tırnak içinde sanatçılar satabilir ama ben satmam. Onlar sanatçı ben zanaatkar olayım.”
-                    “TRT’ye yaptığın artistliği ev sahibine de yap o zaman amk” demedim.

Röportaja kaldığımız yerden devam ettik. Tam kukla sanatçılığının ülkedeki sorunlarından bahsederken kapı küçük küçük dört defa tıkırdadı. Hasan hemen kalkıp kapıyı açtı. Dört defa çalınan kapı bir şifreymiş aslında.

            Röportaja devam ederken Hasan’ın arkadaşı üzümleri yıkayıp odaya yanıma bıraktı ve diğer odaya kız arkadaşının yanına gitti. Sık sık bölünen röportaj gelen üzümlerle birlikte yine tehlike altındaydı. Hasan’ın gözü sürekli üzümlere kayıyordu. Zaten ne söylediğini bilmiyordu, üzümlerle birlikte iyice saçmalamaya başladı. Kendisine daha fazla işkence etmemek adına kayıttan çıktım ve biraz mola verelim dedim.

            Büyük bir iştahla üzümleri yiyiyordu.

-                    “ Bak çayını yine içmemişsin. Dur tazeliyim”
-                    “Ya boşver çayı canım istemiyor zaten”
-                    “ Olur mu ya. Sonra bir çay yapmadı dersin”
-                    “Allah belamı versin ki demem” demedim.

Çayım geldi.

-                    “İnsanların beni olduğum gibi kabul etmesini istiyorum. Onların istediği formlarda yaşayamam.”
-                    “Tabi sen pislik formunda yaşamak istiyorsun” demedim.
-                    “Otobüste yanlarına oturduğum zaman bana garip garip bakıp kalkıyorlar yanımdan. Ama umursamıyorum tabi”
-                    “Ar damarın çatlamış amk.” demek yerine “ Boşver abi onların ayıbı bu.” Dedim.

Biz ne idüğü belirsiz sohbetimize devam ederken yan odada cilveleşme sesleri geliyordu. Onların ki de odaydı bizim ki de. Alın yazımda yan odada olmak değil de üzüm manyağı bir kukla sanatçısıyla (pardon zanaatkar) olmak varmış.

Röportajımız bitmişti. Programda kullanmak için kendisinden biraz kukla oynatmasını istedim. Dolabın arka taraflarından Hacivat ve Karagöz kuklası getirdi. Başladı oynatmaya.

Hacıvat:Aman Karagözüm akşamı şeriflerin hayır olsun
Karagöz:Senin de sülaleni sansarlar boğsun (vurur)
Hacıvat:Aman Karagözüm ben sana iltifat ediyorum sen ise bana vuruyorsun yazıklar olsun sana yazık
Karagöz:Hoş geldin kazık oğlu kazık (vurur)

İki saattir kukla sanatı, antikçağ, ortaoyunu diye kafa siken adamın düştüğü hale bakın. Sesini de saçma sapan bildik seslere büründürerek yapıyordu bu saçmalığı. Zaten oldum olası sevmedim bu karagöz mizahını. Komik olmaya çalışan Suheyl-Behzat kardeşler kadar saçma geliyordu bana.

Biz bu saçmalıklarla uğraşırken yan odadan gelen sesler kesilmişti. Orda nelere olduğunu tahmin bile etmek istemiyordum. Kukla sanatçısı elinde iki sopa ile ‘şakalar’ yapmaya devam ediyordu.

            Çekimi bitirdim.

-                    “Ben kaçıyım abicim, sağolasın, çok güzel bir çekim oldu.”
-                    “Valla umarım güzel olmuştur. Gerçi bugün çok havamda değildim. Kerem rica etti diye”
-                    “Olurmu canım gayet iyi oldu. Arkadaşlar içerde meşguller herhalde onlara da selam söylersin.”
-                    “Aleykümselam. Keşke otursaydın. Ne çay içtin ne üzüm yedin. Ağırlayamadık seni.”
-                    “Kafamı siktin yeter bu bana” demedim “Tanıştık. Gelirim daha. Sağolasın” dedim.

                             16 Ekim 2014          PAT
patoyku@gmail.com 

www.facebook.com/pat.oyku