14 Aralık 2013 Cumartesi

Az Acılı Festival

"Uçak biletlerini karşılamıyoruz, otobüs biletinizi getirdiğiniz takdirde yol parasını alabilirsiniz, dedi telefondaki yetkili ses. Anadolu'nun film festivallerini iplemeyen bir kentinden arıyordu. "

        "Uçak biletlerini karşılamıyoruz, otobüs biletinizi getirdiğiniz takdirde yol parasını alabilirsiniz" dedi telefondaki yetkili ses. Anadolu'nun film festivallerini iplemeyen bir kentinden arıyordu. İki kısa filmim de yarışma bölümüne seçilmişti ve festivale davetliydik.
        Filmin ekibinden bir arkadaşla top kek servisini beğendiğimiz bir otobüse atlayıp yola çıktık. Çubuk kraker ve biskremle geçen 12 saatten sonra otogara vardık. Otogarda bizi karşılayan kimse yoktu. Sanatçı dediğin havaalanında karşılanır, otogarlar akraba karşılamak içindir. Telefonda kalacağımız otelin yerini tarif etmişlerdi. "Eşşek kadar adamlarsınız oteli bulursunuz" diye düşünmüş olmalılar. Eşşek değildik, bulduk.
        Otelin lobisinde festival komitesinden gözlüklü güzel bir kız(her festival komitesinde güzel olmasa da gözlüklü, saçları tuhaf şekilli bir kız vardır) ve iki erkek öğrenci bir masa açmış davetlilere yardımcı oluyorlardı. Bizi karşıladılar ve içinde hediyeler olan kocaman bir bez çanta verdiler.
        Odalarımız iki kişilikti. Arkadaşım Davut'la odaya yerleştik. Derhal bize hediye ettikleri çantaların içine baktık. 500-600 sayfalık eşşek ölüsü gibi bir festival kitabı(hemen kitaptan ismim ve fotoğrafımın olduğu sayfayı buldum), festivalin adı yazan saçma sapan tabak gibi bir şey, festival programı ve en önemlisi ve de işimize en çok yarayanı yemek biletleri.
        Odamızı inceledik, küçük bir balkonumuz vardı ve küçük bir havuza bakıyordu. Banyo ve tuvalet önemliydi bizim için, bu konuda hassastık. Güzel bir banyoda taşaklarını yıkamak insana kendini iyi hissettirirdi. Arkadaşımla prensiplerimiz vardı iyi yemek ve iyi bir yere sıçmak istiyorduk.
        Kısa filmciler ve uzun metrajlı filmciler ayrı otellerde kalıyordu. Uzun metrajcıların otelleri daha lükstü. Kısa filmciler onlarla aynı otelde kalmak istiyordu. Ben ise her ikisinin kalmadığı bir otelde kalmak istiyordum.
        Telefon çaldı. Festival görevlisi bir arkadaş yemekten sonra ilimizin bilmem hangi tarihi mekanını gezintiye çıkıyoruz gelmek istiyorsanız şu saatte lobide olun dedi. Tabiki de istemiyorduk. Oldum olası toplu gezintileri sevmem, arkadaşım ise benden daha huysuzdu bu konuda. Daha otele yeni yerleşmiştik, fotoğraf makinemi alıp coşkularına ortak olmamı bekliyorlardı hemen. Yeni insanlarla tanışmak, hayatım hakkındaki sorularına cevap vermek yoruyordu. Hiçbir şey merak edecek havada değildik. Akşam yemeğinden sonra duş alıp ertesi günkü kahvaltı saatine kadar uyuduk.
        Kahvaltı saati gelmişti ve muhtemelen tüm kısa filmcileri görecektim. Festivalcilerin en büyük özelliği kahvaltı kaçırmamaktır. Bedava olan her şeyden azami derecede yararlanılmalıdır şiarıyla hareket ederler. Bir gün başka bir festivale gitmiştim ve odama yerleşmek için asansör bekliyordum. Asansörün kapısı açıldı ve bir sinema eleştirmeniyle karşılaştım. Selam verecek zamanı yoktu. "Kahvaltı süresinin bitmesine 10 dk var" deyip Rüzgar Gibi Geçti yanımdan. Geçerken yarattığı rüzgar yüzünden iki gün nezle gezdim.
        Bir diyetisyene kalp krizi geçirtebilecek miktarda tabaklarımızı doldurup masalarımıza oturduk. Yanımda kısa filmci bir dahi oturuyordu. Festival şartlarından şikayetçiydi. Otobüsle geldiği için veryansın ediyordu ve otel odası niye iki kişilikti. Cebinde kardeşinin öğrenci akbiliyle dolaşıyordu. Odalar iki kişilikti ama öyle bir kızıyordu ki sanki iki kişiye tek yatak vermişlerdi. Rahatça mastürbasyon yapamıyordu herhalde. Çoğu kısa filmcinin filmlerine harcadıkları bütçe otel masraflarını karşılamıyordu.
        Ben ve Davut her şeyden memnunduk. Sabah kahvaltımızı yapıyor, dandik bir iki kısa film izledikten sonra evden uzakta oluşumuzu anlamlandırmak için güzel bir lokantada kendimizi az acılı kebaplarla şımartıyorduk.
        Kısa filmlere halkın ilgisi ise malum; ne halk vardı ne de ilgi. Kısa filmciler birbirlerinin filmlerini izliyordu. Filmlerimiz yarıştığı için rakiplerimizin filmlerini merak ediyorduk. Yoksa sanat aşkından falan değil. Filmler kötü olunca rahat bir nefes alıyorduk. Filmler ne kadar kötüyse ödül alma şansınız o kadar artar. Filmlerin kötü olması izleyiciler için kötü bir şeydir, filmciler için değil.
        Festival umrumuzda değildi, maksat biraz gezmekti. Ben yine arkadaşıma göre daha ilgili sayılırdım çünkü filmlerim yarışıyordu ve ödül istiyordum.Ödül almayı hak etmediğini düşünen birine rastlamadım hiç. Ödül isteyen kişi kendi filminin süperliğinden ziyade diğer filmlerin kötülüğünü anlatır.
        Filmlerin çoğu sosyal sorumluluk çerçevesinde işlerdir. Çaresiz tuhaf hastalıklar, yalnız yaşlılar, engelliler, yolları olmayan köylüler, huzurevleri bir serzeniş bir feryat bir kıyamet. Ana haberlerde yapılan ajite haberler gibilerdi. Sigortasız işçileri anlatıyorsan al filmini belediyeye git bir işe yarasın. Vicdanlara seslenerek ödül almayı bekliyorlar. Bunların hepsini "Belediye Filmleri" kategorisinde toplayacaksın. Bu anlattıkları umurlarında olsa keşke. Ödül aldıkları zaman da jilet gibi giyinip ağızları kulaklarında anne-babalarına ve hocalarına selam söylüyorlar sahneden.
        Davut bu kötü filmleri izlemek istemiyordu, ben de istemiyordum ama kötü filmleri izledikçe ödül alabileceğim ihtimali artıyor ve seviniyordum. Davut'u biraz sakinleştirmek adına bir kebapçıya götürdüm. 1 buçuk porsiyon az acılı kebap yedikten sonra biraz yatışır gibi oldu. İzlediği filmleri unutması kolay olmadı. Geceleyin yataktan kabuslar eşliğinde uyanıyordu. Bazen yorganın altında ağlerken buluyordum onu. "Gidelim buralardan" diyordu. Daha kullanabileceğimiz yemek biletlerini gösteriyordum ona kalmaya ikna etmek için. Ne zaman kahvaltıda yemekten ve otelden şikayetlenen bir kısa filmci görse sinir krizleri geçiriyor ağzından köpükler geliyordu. Onu kısa filmcilerden uzak yerlere götürüyordum.
        Genellikle festivaller, ödül alan kişi törende hazır bulunsun diye önceden kendisine haber verirler. Festivalin sonlarına doğru tüm kısa filmcilerde gergin bir bekleyiş başlar. Telefonların şarjları ve sessiz modunda olup olmadıkları kontrol edilir. Arkdaşalarımıza gelen telefonlara kıllanırız. İsimsiz her aramayı büyük bir heyecanla açar ve alacaklılara yakalanırız. Ama bazen festivaller aramak yerine bir basın toplantısı yaparlar. Bizimki de öyle oldu.
        Dört kişilik jüri heyeti ödülleri açıklamak için sabahın erken bir saatinde basının karşısına geçti. Nefesler kesilmiş, jürinin ağzından çıkacak isimler merakla bekleniyordu. Nezaket gereği tüm filmler süperdi, zorlandık yalanı söylendi. Sikeyim tüm filmleri söyle artık noktasındaydım. Söyledi. Ama benim adımı değil.
        Otele geri döndüm. Davut kahvaltıdaydı.Ödüllerin açıklanacağını biliyordu ama umrunda değildi. Tüm kısa filmciler basın açıklamasında olduğu için rahat bir kahvaltı yapıyordu. Kendime bir kahvaltı tabağı yapıp yanına oturdum. "Neden kuru kayısı yemiyorsun bağırsakları çalıştırıyor" dedim. Aynı odada kaldığımız için biraz da şikayet eder gibi " Yeme amk. o zaman"dedi. Ödül alamadığımı söyledim ve ödül alan filmlere bok attım." Ben de film çekecem amk." dedi. Ödül alan filmler ona özgüven vermişti.
        Festival ödül törenine de kalmamızı istiyordu. "Sikerim ödül törenini işim yok milleti mi alkışlıycam" modunda olduğum için Davut'la bavullarımızı toplayıp otogara gittik. Geride bitiremediğimiz yemek biletlerinin acısını bırakarak.

                                                                                                                                                         PAT
patoyku@gmail.com 
www.facebook.com/pat.oyku


                                                                                                                             
 

8 Aralık 2013 Pazar

Amigo Sevgilim

"Domates ve maydanoz arasında monoton bir hayat sürdüren birinin ilginç yalanlar söyleyerek ilgi toplama çabalarını ona çok görmemeliyiz."

        Bir ayağı sakat olduğu için Topal Kenan diyorlardı ona. 45-50 yaşlarında umut vadetmeyen bir teknik direktördü. Aynı zamanda çarşıya çıkan yolda meyve-sebze sattığı tezgahı vardı. Sabahtan ikindiye kadar seyyar manav, akşam da teknik direktördü. Pazartesi günleri de semt pazarına çıkıyordu.
        Mahallede top oynadığımız bir kum saha vardı. Herkes futbol oynamak için çoğunlukla oraya gidiyordu. Kenan Hoca sahada gördüğü ve ayağı top tutan herkesi takıma alıp lisans çıkarıyordu. İlçemize bağlı bir köy takımının alt yapısında teknik direktördü .  Bütün amca çocuklarıyla birlikte arkadaşlarımız gibi biz de lisans çıkarmıştık. Amca çocuklarım doğru dürüst maç bile izlemiyorken lisans sahibi olmuşlardı. Antrenmanlara ben tek gidiyordum.
        Antrenmanlarımız hocamızın işi sebebiyle akşamları oluyordu. Sadece hafta sonları gündüz antrenman yapabiliyorduk. Hoca söylediği saatten her zaman bir-iki saat daha geç başlardı  antrenmana. Çarşı yolundan sahaya yürüyerek gelirdi ama geç gelmesinin sebebi sakat olmasından kaynaklanmıyordu. Sürekli yanında birileri olurdu ve çok konuşurdu. Agresif ve yalan dolu bir konuşma tarzına sahipti. Bir sürü ünlü futbolcuyu aslında o keşfetmiş ve eğitmişti. Bahsettiği futbolcuların ise hayatları boyunca ilçemize yolu düşmemiştir. Palavra sıktığı  arkadaşları da  12-13 yaşlarındaki öğrencileriydi. Domates ve maydanoz arasında monoton bir hayat sürdüren birinin ilginç yalanlar söyleyerek ilgi toplama çabalarını ona çok görmemeliyiz.
        Kenan Hoca çok içerdi. Cebinde şarapla gelirdi antrenmanlara. O şarap içerken bize de koca sahanın etrafında koşmamızı söylerdi. Yalan dolu sohbetlerine şarap de eklenince bizi unuturdu. Koşmaktan ebemiz sikilirdi. Sahanın ışıklandırması olmadığı için biz de sahanın diğer ucunda oturur, sırayla koşardık. Sarhoş kafayla bunun farkına varmazdı teknik direktörümüz.
        Antrenmanlarımız koşma, şut çekme ve çift kale maçtan ibaretti. Antrenmanlarda kullandığımız toplar sakızdan çıkan hediye topları gibiydi. Penaltı noktasından kaleyi bulanımız çıkmıyordu. Toplar rüzgarsız havada bile saçma sapan yön değiştiriyorlardı. Çingenelerin"gol atana marlboro" oyununda kullandığı toplardı sanırım. Sevgili hocamızın hayal gücü yüksek yalanlarından başka bize verebileceği hiçbir şeyi yoktu.
        Hocamızın herkesin ağzına sakız olan bir de sevgilisi vardı. İlçe futbol takımının şopar amigosuyla arasında bir ilşki vardı. Bunu söyleyen de amigonun ta kendisiydi. "Hocanız bana veriyor" diyordu. Topal Kenan'ın yanı sıra Top Kenan da derlerdi ona. Amigo, çürümüş sarı-siyah dişlerine rağmen hocamızı tavlamıştı. Kenan Hoca evli değildi, yaşlı annesiyle birlikte yaşıyordu.
        Hocamızın cinsel hayatına dair birçok efsane dolanıyordu. Bizden önceki jenerasyondakilerin söylediğine göre antrenman öncesi "daha iyi koşarsınız" bahanesiyle toplu mastürbasyon yaptırıyormuş. Daha önce yalanlarında kullandığı hayalgücünü fantezilerinde de gösteriyordu. Biz sadece söylentilere denk geldik, gözümüzle bir şey görmedik. Allah'tan!
        İlçenin köy takımıydık. Ayda bir antrenman yapmaya ve taraftarımızla bütünleşmeye köye giderdik. Futbol takımının lokaline giderdik önce. Kimse siklemezdi bizi. Oralet parasını bulan ihtiyarların koştuğu bir yerdi lokal. Evlerine Lig TV bağlasan Samanyolu TV'den vazgeçmeyecek tiplerdi. Futbol böyle bir ortamda nasıl filizlenecekti!
        Köyün futbol sahasında top oynardık. Pardon merasında. Yabani otların arasında koşamıyorduk. Arkadaşımızın tekini yılan soktu bi sefer. (Abartmıyorum yemin ederim!)
        Köy takımıyla yollarımı ayırmanın zamanı gelmişti. 2.ligde oynayan ilçe takımının alt yapısına yazıldım ama lisansım hâlâ köy takımındaydı. Kenan Hoca'dan lisansımı her istediğimde çeşitli bahanelerle beni başından savıyordu. Ailemden birçok kişi gidip lisansımı istese de hepsini çeşitli mazeretlerle gönderiyordu.
        Kenan Hoca takımdan ayrılmamı bir türlü hazmedemedi. Çok iyi futbol oynadığımdan değil ilçe takımın antrenörleriyle arası iyi değildi ve ilçe takımından nefret ediyordu. Antrenmanlarımızda saha kenarına gelip beni izliyordu, hata yaptığım zaman bağırıyordu bana. Bu durum yeni hocalarımın hoşuna gitmiyordu. Topal Kenan kariyerimle oynuyordu.
        Bir gün annemle pazarda denk geldik Kenan Hoca'ya. Yine lisansımı istediğimde bu sefer de lisansımın başkanda olduğunu başkanın ise Romanya'da olduğunu söyledi. Hagi'nin olduğu senelerdi ve Romanya modaydı. Başkanımız Romanya'ya futbolcu almaya gitmişti. Pazarın sonlarına doğru gittiğimizde bu sefer de Başkan İsmet abiyle karşılaştım. Başkanımız  pazarda peynir satıyordu. Romanya'ya gitttiği iddia edilen başkan peynirini satma derdindeydi. İsmet Başkanı görseniz bir de, Romanya'nın yerini haritada gösteremez.
        Bir gün okuldan eve geldim. Annem "çabuk Hocanın yanına git, sabahtandır telefonlarla bizi yedi,Çabuk gelsin lisansını alsın diyor" dedi. Sevinçten okul kıyafetimi çıkarmadan yanına koştum. Telaşlı bir suratla beni bekliyordu eski teknik direktörüm. Lisansımı verirken" Amcan biraz ayıp etti, beni yanlış anlamış, neyse sen bunları söyleme selamımı söyle" dedi.
        Kenan Hoca lisansımı kimseye vermeyince ben de belalı biri olan amcama şikayet etmiştim onu. Amcam seyyar iş yerini ziyaret edip " Çocuğun lisansını bugün vermezsen senin diğer ayağını da sakatlar patlıcanları götüne sokarım"  demiş. Kenan Hocamın dediği gibi "ayıp etmiş biraz!"

                                                                                                                                           PAT
patoyku@gmail.com 
www.facebook.com/pat.oyku