Hemen hemen bir yıldır aynı müzik CD’sini dinliyordum. Genellikle
arabayı İstanbul içinde ve kısa mesafelerde kullandığım için CD’den tam olarak
sıkılmamıştım. Ama şimdi iki buçuk saattir yoldaydım ve bu sure sıkılmama yetmişti.
Müziği kapatınca sessizlik çok güzel geldi. Yanımda konuşacak biri olmadığı
için sessizlik de sıkıcı olmaya başladı. Arkadaşlarım yalnız başıma yolculuğa
çıktığımı duyunca şaşırıyorlardı. Ben de biraz abarttıklarını düşünüyordum ama
şimdi onlara hak veriyordum. Haklı olduklarını anlamam için iki buçuk saat
yetmişti. Sıkılma duygusu da enteresan bir şeydi. Birileri olunca da bir süre
sonra sıkılıyordum, olmayınca da sıkılıyordum. İstediğim zaman olsunlar
istemediğim zaman olmasınlardı. Sıkılmaya kötü bir şey olarak bakmamalıyız.
Dünya sıkılan insanlar sayesinde eğlenceliydi biraz da. Bilardoyu, futbolu,
lunaparkı ve playstation’u sıkılan birileri bulmuş olmalıydı.
Birçok dinlenme tesisi olmasına rağmen gözlerim daha önce
durduğum dinlenme tesisini arıyordu. Öyle çok güzel bir tesis değildi. Hatta
kötü olduğu bile söylenebilirdi. Çayı her zaman bayattı. Bayat çayları
damarlarımı esir almıştı adeta. Bayat çayı da muhatap olabilecek bir garson
bulabilirseniz içebilirdiniz. Ama daha önce Çanakkale’ye giderken orada
durmuştum. İlk durduğunuz dinlenme tesisine dikkat edin, kaderiniz olabilir.
Çeken tek radyo frekansı olan TRT eşliğinde iki tarafı
yemyeşil tarlalarla dolu olan yolda Çanakkale’ye doğru ilerliyordum. İstanbul’un
müthiş bir özelliği vardı; şehirden çıkar çıkmaz her yer size cennet gibi
geliyordu.
Gelibolu’ya yaklaşırken arabayı daha yavaş sürmeye
başladım. Genellikle bu yolda radara yakalanıyordum ve harcadığım benzin fiyatından
daha çok parayı cezaya veriyordum.
Karakol’un önünde askerler durdurdu. Üç askerlerdi. İkisi genç biri orta
yaşlı, orta boylu, orta yakışıklıydı.
- “Merhaba”
dedi orta yakışıklı.
- Merhaba
- Kimliğinizi
görebilir miyim?
-
Tabii.
Kimliğimi
verdim. Ceza yeyip yemediğimi anlamaya çalışıyordum. Kimliğimi geri verdi.
- Buyrun
kimliğinizi
- Teşekkürler
- Yolculuk
nereye?
- Çanakkale’ye
-
Çanakkaleli misiniz?
Sadece
Çanakkaleliler mi gidiyordu Çanakkale’ye amk.
- Hayır.
Mardinliyim.
- Niçin
gidiyorsunuz Çanakkale’ye?
- Gidemez
miyim, yasak mı?
- Ne
biçim konuşuyorsun lan sen benimle!
-
Buraların sahibi sen misin, doğru düzgün sorular
sor o zaman.
Asker
çok sinirlendi. Silahına davrandı. Diğer iki asker onu engellemeye çalıştılar
ama başaramadılar. Ayağıma sıktı, vurdu beni.
Şaka
len şaka.
Askere
diklenecek kadar aptal değilim. Türkiye burası, adamın götünden kan alırlar.
“Niçin gidiyorsunuz Çanakkale’ye?”den sonraki kısım şaka.
- Bir
tarla var belki ona bakarım
- Nerden
alacaksınız?
- Eceabat olabilir.
- Çok
değerlendi buralar. Boğaz köprüsü olunca daha da değerlenecek.
- Değerlenmeden
alayım diyorum ben de.
-
Öğrenci misiniz?
Ulan
hangi öğrencinin altında araba tarla almaya gidiyor. Akıl yürütmeni sikeyim.
Memleket kimlere emanet.
-
Evet. Yüksek lisans öğrencisiyim.
İki
yıl once öğrenciydim. Askerin gönlünü hoş tutmak için (nedense) durduk yere
yalan söylemiştim.
- Hangi
bölümde
-
Ebenin amında
Çekti
silahını beni ayağımdan vurdu.
Pardon
bu şakayı yapmıştım. Böyle böyle birkaç saçma soru daha sorup bıraktılar beni.
Radara yakalanmamıştım.
Çanakkale şehitleri mezarlığının yanından Eceabat Ovası’na
doğru saptım. Yüzyıl önce insanlar bu topraklar için canını vermişti. Onların
sayesinde radarlı yolda araba kullanıyor ve Eceovası’na doğru sapıyordum. Az
ilerdeki köylüler onların sayesinde tavuk besleyip domates ekebiliyordu.
Arabanın hızını düşürüp yeşil doğanın ve temiz havanın
keyfini çıkarmaya başladım. Müziğin sesini de kaldırdım. Müziklerim bile güzel
geliyordu şimdi. İstanbul’un pisliğinden temizliyordum ciğerlerimi.
Yalova Köyü’nden geçerken gözüme bir tabela ilişti: “Madam
Erika Mezarı”. Tabelanın yönü yukarıyı gösteriyordu. Arabayı durdurdum. Mezara
giden güzel bir yol yapmışlardı taşlardan. Mezar taşının üzerinde arap
alfabesiyle bir şeyler yazılıydı. Yanındaki tabelada da şöyle başlayan bir
açıklama vardı: “ Her ne kadar mezarda medfun kişinin adı Erika olarak bilinse
de şu ana kadar yapılan araştırmalar ve ortaya çıkan arşiv belgelerinde Erika
ismine rastlanamamıştır. Ayrca milliyeti ile ilgili olarak Almanyalı mı yoksa
Avusturyalı mı olduğu sorusu da şuan için cevapsızdır.”. Evet. Açıklamanın ilk
cümleleri gerçekten çok aydınlatıcıydı. Kadına mezar yapmışlar, tabela
yapmışlar ama emin değiller varlığından. Elimizde gerçek olan tek şey burada
bir mezarın bulunmasıydı. Açıklamanın devamında: “ Maydos’ta( Eceabat’ın eski
adı) Yalova Köyü civarında hastanede ifa-yı vazife ederken düşman tarafından
atılan bomba ile vefat eden Doktor Binbaşı Ragıp Bey’in zevcesinin
meşhedidir(mezarı).”. Bu daha tatmin edici bir açıklama tabii. Bütün bilgileri
yanyana getirdiğimde şöyle bir sonuç çıkıyordu: Alman mı Avusturyalı mı olduğu
bilinmeyen isminin Erika olduğu iddia edilen hasta bakıcı, Doktor Ragıp Bey’in
karısı, hastaneye atılan bir top sonucunda ölmüştür.
Madam Erika belki de bir Florence Nightingale’di. Ya da
sırf Binbaşı Doktor Ragıp Bey’in karısıydı diye abartılıp anıt mezarı
yapılmıştı. Madam Erika değil de Elif Hatun olsaydı adı belki de bir kahraman
muamalesi görürdü. Bilemiyoruz. Ruhun şad olsun Madam Erika. Alman ya da
Avusturya halkı ne kadar gurur duysa azdır senin gibi bir vatan evladı
yetiştirdiği için.
Eceabat’ın bozuk köy yollarından geçerek Anzak Koyu’na
vardım. Müthiş bir manzara ve deniz. Anzaklar binlerce kilometre uzaktan buraya
tatile değil de savaşmaya gelmişlerdi. Anzak’ların kıyıya çıkış fotoğrafları
vardı duavarlarda. O günden bu güne çok fazla değişen bir şey olmadığı için
mekanın doğasında, insan çok etkileniyordu. Anzak’lar her sene 25 Nisan’da Çanakkale’ye
şehitlerini anmaya geliyor. Neyse, hikayemi Çanakkale Savaşı belgeseline
çevirme niyetinde değilim.
Eceabat’tan Çanakkale merkeze geçmek için feribota bindim.
Açık bir çay eşliğinde doğanın tadını çıkarıyordum. Feribotlar karşıya geçmek
ve çay içmek için vardılar zaten. Feribottan Çanakkale Boğazı’nı izlerken
aklıma İstanbul’un fotoğraflarda gördüğüm 1960’ları geliyordu.
Bütçem ve tatil programımı karşılaştırdığımda günlük otel
masrafı için 50 TL ayırabiliyordum. Otelin lüks olmasına gerek yoktu. Sadece
uyumak için kullanacaktım. Bir de banyosu güzel olsundu tabii, bir de kliması
olsa fena olmazdı, kahvaltının güzel olması da önemli.
Çanakkalenin en merkezi yerinde bir otele umutsuzca girdim.
Tavanları çok yüksek, eski bir binaydı. İçindeki eşyalar da eskiydi.
Resepsiyonda seyrek saçlı, otuz beş yaşlarında bir adam duruyordu. Masasının
üstünde misafirlere ikram edilen renkli küçük şekerler vardı. Sarı ve yeşil
renkte iki şeker aldım. Sarısını ağzıma attım.
- Hoşgeldiniz,
buyrun
- Tek
kişilik odanız var mı?
- Var.
- Ne
kadar?
- 80
TL’ye de var 50 TL’ye de var. 50 TL olan küçük biraz.
- Farketmez.
50 TL’lik olsun.
-
Tamam. Kimliğinizi alayım.
Türkiye
Cumhuriyeti kadar kimlik seven bir ülke var mıdır acaba! Üzerimizde nüfus kimliğimiz
yoksa bizim kadar tedirgin olan başka ülke vatandaşları var mıdır? Türkiye
Cumhuriyeti’nin temelini kazarsanız altından nüfus cüzdanı çıkar. Türkiye’den
nüfus cüzdanını çıkarırsanız geriye bir enkaz kalacaktır.
Kimliğimi
aldım. Seyrek saçlı resepsiyonist ( bu kelime de siyonizmi çağrıştırıyor. Oda
ayarlayan adam değil de Mossad ajanı sanki) odamı tariff etti.
- Üst
kata çıktığınızda ilk saga dönün ilk soldaki oda.
- Asansör
yok mu?
-
Maalesef yok.
Masadan 3-4 renkli şeker daha alıp merdivenleri çıkmaya
başladım. Otelde başka çalışan yoktu herhalde. İlk defa bavulumu taşımak için
bir personel girişimde bulunmuyordu.
Oda, oda değil cezaevi hücresiydi.
Tek kişilik bir yatağı zorla sığdırmışlardı sanki odaya. Bavulumu sığdıracak
yeri zor buldum. “Hey! odada tuvalet
yok” diye düşündüğüm anda odanın kapısını kapatınca tuvaleti gördüm. Kapının
arkasında kalmıştı. Tuvalet o kadar küçüktü ki götü benimkinden biraz büyük
olan biri sıçamazdı. Klozeti anca sığdırmışlardı. Bir de utanmadan banyo için
de musluk koymuşlardı. Yıkanmak için klozetin üstüne çıkmalıydım. 50 TL hiç bu
kadar aşağılanmamıştı. Odada 37 ekran tüplü televizyonla birlikte bir de klima
vardı. Helal olsun adamlara göt kadar odaya her şeyi sığdırmışlardı.
Araba kullanmaktan yorulmuştum ve dışarısı çok sıcaktı.
Akşam saatlerine kadar “ Biraz uzanayım, dinleneyim, kitap okuyayım” kararı
aldım. Bu arada Aysel’i aradım. Aysel’i daha önce bir TV programı için
çekmiştim. Elli beş yaşlarında hoş sohbet bir kadındı. O da havanın çok sıcak
olduğunu ve akşam 8-9 gibi buluşmamızın daha iyi olacağını söyledi.
Uzanmak çok iyi geldi. Yataktan kalkasım yoktu. Hava hala
çok sıcaktı. Odama sağdan, soldan, alttan, üstten, her taraftan sesler
geliyordu. Otelin sahipleri burayı açarlarken “ Öyle bir otel açalım ki gelen
rahat yüzü görmesin ve bir daha da gelmesin. Ne dersiniz, bunu yapabilir
miyiz?” demişlerdi sanki.
Çantamdan Haruki Murakami’nin ‘Koşmasaydım Yazamazdım’
kitabını çıkardım. Şöyle bir yazı geçiyordu kitabın bir yerinde “Koştuğum
mesafenin artışıyla birlikte, kilom da azaldı. İki ayda 3 kilo verdim, karnımın
etrafındaki hafif yağ tabakası da eriyip gitti. 3 kilo iyi bir rakam. Bir
kasaptan 3 kilo et alıp eve kadar koştuğunuzu düşünün. O ağırlığın gerçekte
nasıl bir şey olduğunu anlarsınız. Böylesi bir ağırlığı vücudumun bir parçası
olarak taşıdığımı düşününce, bir hayli karmaşık düşüncelere kapılıyorum”.
Hoşuma giden bu yazıyı kilo problemi olan bir dostumla telefonda paylaştım
hemen. Yaklaşık yarım saat kilonun ne kadar sağlıksız ve estetikten yoksun bir
şey olduğu üzerine konuştuk. Nasıl kilo verilir üzerine birçok tavsiyede
bulunduk birbirimize. Bana da bahane zaten, yalnızlıktan sıkılmıştım ve
konuşacak birilerini arıyordum. Az yiyin, çok hareket edin, bol su için, ekmek
az yiyin, şekerden uzak durun, akşam geç saatlerde yemek yemeyin…
Dışarı çıkmak için anahtarı
resepsiyondaki adama verdim. Adamın elinde çok kalın parlak kaplı ucuz bir
Amerikan romanı vardı ve son sayfalarındaydı. Hani şu sahaflarda dükkan önünda
tepeleme 3 tanesi 5 Lira’ya satılan kitaplardandı. İlgimi çekti. Ne okuduğunu
sorunca ismini hatırlayamadığım bir adamın adını söyledi ve diğer okuduğu
kitaplarının da adlarını saymaya başladı. Böyle kitapları her zaman kimlerin
okuduğunu merak ederdim. Sovyet ajanı kız amerikalı adamı kandırmaya çalışıyor
ama sonra adama aşık oluyor. Sonra da bu gizli görevi birlikte hallediyorlar…vs.
Filmi bile çekilmiş adamın birkaç kitabının. Birkaç renkli şeker alıp
uzaklaştım.
Akşam olmuş ve hava serinlemişti. Çanakkale
çok güzel bir yerdi. İnsanları çok rahattı, kimse kimseye karışmıyordu.
Sokaklar kafelerle doluydu ve hepsi de cıvıl cıvıldı. “cıvıl cıvıl” sözcüğü
boktan şeyler yazıyorum hissini oluşturdu bende nedense.
Aysel aramadı beni. 8-9 gibi
buluşuruz demişti oysa. Ben de aramadım. Çanakkale’de misafir sayılırdım, onun
araması gerekirdi. Biraz kızdım ama sonra siklemedim. Şaşırdım sadece. “Ben
olsam arardım amk” dedim. Aramazsa aramasın, kendi bilir. Çok da umrumda.
Gelemeyeceksen bile insan bir haber verir. Batılılar işte böyle abi. Biz olsak
hemen evimizi açarız, yemek veririz. Aslında böyle biri değildi ama. Yarın
ararsa açmam telefonunu. Ya da açarım kırıldığımı söylerim. O aramadan aramam
ama.
Bir iki saatlik bir akşam yürüyüşünden sonra oturup bir
bira içtim. Tek başına tadı yoktu. Havamda değildim.
Biramı
içip otele geçtim. Uzandım. Bir yerden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ulusa sesleniş
sesi geliyordu: “Rahat olun, sizin güvenliğinizi sağlıyoruz. Türkiye’nin
ekonomik başarısını kıskananlar ülkemizi karıştırıyorlar”. Ertesi Gün IŞİD
Atatürk havaliman’ında 40’ın üzerinde insanı öldürüp onlarcasını da yaraladı.
Kıskançlar iş başındaydı.
Çok yorgundum, gözlerim kapanıyordu.
Uyumalıydım. Yarın Bozcaada’ya geçecek ve daha güzel bir otelde kalacaktım.
Bayat
çay, Madam Erika, Anzaklar, Aysel, bizi kıskanıyorlar…
13 Ağustos 2016 PAT
patoyku@gmail.com
www.facebook.com/pat.oyku
patoyku@gmail.com
www.facebook.com/pat.oyku