12 Ağustos 2016 Cuma

KISKANIYORLAR BİZİ MADAM ERİKA


 "Çeken tek radyo frekansı olan TRT eşliğinde iki tarafı yemyeşil tarlalarla dolu olan yolda Çanakkale’ye doğru ilerliyordum. İstanbul’un müthiş bir özelliği vardı; şehirden çıkar çıkmaz her yer size cennet gibi geliyordu."


Hemen hemen bir yıldır aynı müzik CD’sini dinliyordum. Genellikle arabayı İstanbul içinde ve kısa mesafelerde kullandığım için CD’den tam olarak sıkılmamıştım. Ama şimdi iki buçuk saattir yoldaydım ve bu sure sıkılmama yetmişti. Müziği kapatınca sessizlik çok güzel geldi. Yanımda konuşacak biri olmadığı için sessizlik de sıkıcı olmaya başladı. Arkadaşlarım yalnız başıma yolculuğa çıktığımı duyunca şaşırıyorlardı. Ben de biraz abarttıklarını düşünüyordum ama şimdi onlara hak veriyordum. Haklı olduklarını anlamam için iki buçuk saat yetmişti. Sıkılma duygusu da enteresan bir şeydi. Birileri olunca da bir süre sonra sıkılıyordum, olmayınca da sıkılıyordum. İstediğim zaman olsunlar istemediğim zaman olmasınlardı. Sıkılmaya kötü bir şey olarak bakmamalıyız. Dünya sıkılan insanlar sayesinde eğlenceliydi biraz da. Bilardoyu, futbolu, lunaparkı ve playstation’u sıkılan birileri bulmuş olmalıydı.

Birçok dinlenme tesisi olmasına rağmen gözlerim daha önce durduğum dinlenme tesisini arıyordu. Öyle çok güzel bir tesis değildi. Hatta kötü olduğu bile söylenebilirdi. Çayı her zaman bayattı. Bayat çayları damarlarımı esir almıştı adeta. Bayat çayı da muhatap olabilecek bir garson bulabilirseniz içebilirdiniz. Ama daha önce Çanakkale’ye giderken orada durmuştum. İlk durduğunuz dinlenme tesisine dikkat edin, kaderiniz olabilir.

Çeken tek radyo frekansı olan TRT eşliğinde iki tarafı yemyeşil tarlalarla dolu olan yolda Çanakkale’ye doğru ilerliyordum. İstanbul’un müthiş bir özelliği vardı; şehirden çıkar çıkmaz her yer size cennet gibi geliyordu.

Gelibolu’ya yaklaşırken arabayı daha yavaş sürmeye başladım. Genellikle bu yolda radara yakalanıyordum ve harcadığım benzin fiyatından daha çok parayı cezaya veriyordum.  Karakol’un önünde askerler durdurdu. Üç askerlerdi. İkisi genç biri orta yaşlı, orta boylu, orta yakışıklıydı.

-       “Merhaba” dedi orta yakışıklı.
-       Merhaba
-       Kimliğinizi görebilir miyim?
-       Tabii.

Kimliğimi verdim. Ceza yeyip yemediğimi anlamaya çalışıyordum. Kimliğimi geri verdi.

-       Buyrun kimliğinizi
-       Teşekkürler
-       Yolculuk nereye?
-       Çanakkale’ye
-       Çanakkaleli misiniz?

Sadece Çanakkaleliler mi gidiyordu Çanakkale’ye amk.

-       Hayır. Mardinliyim.
-       Niçin gidiyorsunuz Çanakkale’ye?
-       Gidemez miyim, yasak mı?
-       Ne biçim konuşuyorsun lan sen benimle!
-       Buraların sahibi sen misin, doğru düzgün sorular sor o zaman.

Asker çok sinirlendi. Silahına davrandı. Diğer iki asker onu engellemeye çalıştılar ama başaramadılar. Ayağıma sıktı, vurdu beni.

Şaka len şaka.

Askere diklenecek kadar aptal değilim. Türkiye burası, adamın götünden kan alırlar. “Niçin gidiyorsunuz Çanakkale’ye?”den sonraki kısım şaka.

-       Bir tarla var belki ona bakarım
-       Nerden alacaksınız?
-        Eceabat olabilir.
-       Çok değerlendi buralar. Boğaz köprüsü olunca daha da değerlenecek.
-       Değerlenmeden alayım diyorum ben de.
-       Öğrenci misiniz?

Ulan hangi öğrencinin altında araba tarla almaya gidiyor. Akıl yürütmeni sikeyim. Memleket kimlere emanet.

-       Evet. Yüksek lisans öğrencisiyim.

İki yıl once öğrenciydim. Askerin gönlünü hoş tutmak için (nedense) durduk yere yalan söylemiştim.

-       Hangi bölümde
-       Ebenin amında

Çekti silahını beni ayağımdan vurdu.

Pardon bu şakayı yapmıştım. Böyle böyle birkaç saçma soru daha sorup bıraktılar beni. Radara yakalanmamıştım.

Çanakkale şehitleri mezarlığının yanından Eceabat Ovası’na doğru saptım. Yüzyıl önce insanlar bu topraklar için canını vermişti. Onların sayesinde radarlı yolda araba kullanıyor ve Eceovası’na doğru sapıyordum. Az ilerdeki köylüler onların sayesinde tavuk besleyip domates ekebiliyordu.

Arabanın hızını düşürüp yeşil doğanın ve temiz havanın keyfini çıkarmaya başladım. Müziğin sesini de kaldırdım. Müziklerim bile güzel geliyordu şimdi. İstanbul’un pisliğinden temizliyordum ciğerlerimi.

Yalova Köyü’nden geçerken gözüme bir tabela ilişti: “Madam Erika Mezarı”. Tabelanın yönü yukarıyı gösteriyordu. Arabayı durdurdum. Mezara giden güzel bir yol yapmışlardı taşlardan. Mezar taşının üzerinde arap alfabesiyle bir şeyler yazılıydı. Yanındaki tabelada da şöyle başlayan bir açıklama vardı: “ Her ne kadar mezarda medfun kişinin adı Erika olarak bilinse de şu ana kadar yapılan araştırmalar ve ortaya çıkan arşiv belgelerinde Erika ismine rastlanamamıştır. Ayrca milliyeti ile ilgili olarak Almanyalı mı yoksa Avusturyalı mı olduğu sorusu da şuan için cevapsızdır.”. Evet. Açıklamanın ilk cümleleri gerçekten çok aydınlatıcıydı. Kadına mezar yapmışlar, tabela yapmışlar ama emin değiller varlığından. Elimizde gerçek olan tek şey burada bir mezarın bulunmasıydı. Açıklamanın devamında: “ Maydos’ta( Eceabat’ın eski adı) Yalova Köyü civarında hastanede ifa-yı vazife ederken düşman tarafından atılan bomba ile vefat eden Doktor Binbaşı Ragıp Bey’in zevcesinin meşhedidir(mezarı).”. Bu daha tatmin edici bir açıklama tabii. Bütün bilgileri yanyana getirdiğimde şöyle bir sonuç çıkıyordu: Alman mı Avusturyalı mı olduğu bilinmeyen isminin Erika olduğu iddia edilen hasta bakıcı, Doktor Ragıp Bey’in karısı, hastaneye atılan bir top sonucunda ölmüştür.

Madam Erika belki de bir Florence Nightingale’di. Ya da sırf Binbaşı Doktor Ragıp Bey’in karısıydı diye abartılıp anıt mezarı yapılmıştı. Madam Erika değil de Elif Hatun olsaydı adı belki de bir kahraman muamalesi görürdü. Bilemiyoruz. Ruhun şad olsun Madam Erika. Alman ya da Avusturya halkı ne kadar gurur duysa azdır senin gibi bir vatan evladı yetiştirdiği için.

Eceabat’ın bozuk köy yollarından geçerek Anzak Koyu’na vardım. Müthiş bir manzara ve deniz. Anzaklar binlerce kilometre uzaktan buraya tatile değil de savaşmaya gelmişlerdi. Anzak’ların kıyıya çıkış fotoğrafları vardı duavarlarda. O günden bu güne çok fazla değişen bir şey olmadığı için mekanın doğasında, insan çok etkileniyordu. Anzak’lar her sene 25 Nisan’da Çanakkale’ye şehitlerini anmaya geliyor. Neyse, hikayemi Çanakkale Savaşı belgeseline çevirme niyetinde değilim.

Eceabat’tan Çanakkale merkeze geçmek için feribota bindim. Açık bir çay eşliğinde doğanın tadını çıkarıyordum. Feribotlar karşıya geçmek ve çay içmek için vardılar zaten. Feribottan Çanakkale Boğazı’nı izlerken aklıma İstanbul’un fotoğraflarda gördüğüm 1960’ları geliyordu.  

Bütçem ve tatil programımı karşılaştırdığımda günlük otel masrafı için 50 TL ayırabiliyordum. Otelin lüks olmasına gerek yoktu. Sadece uyumak için kullanacaktım. Bir de banyosu güzel olsundu tabii, bir de kliması olsa fena olmazdı, kahvaltının güzel olması da önemli.

Çanakkalenin en merkezi yerinde bir otele umutsuzca girdim. Tavanları çok yüksek, eski bir binaydı. İçindeki eşyalar da eskiydi. Resepsiyonda seyrek saçlı, otuz beş yaşlarında bir adam duruyordu. Masasının üstünde misafirlere ikram edilen renkli küçük şekerler vardı. Sarı ve yeşil renkte iki şeker aldım. Sarısını ağzıma attım.

-       Hoşgeldiniz, buyrun
-       Tek kişilik odanız var mı?
-       Var.
-       Ne kadar?
-       80 TL’ye de var 50 TL’ye de var. 50 TL olan küçük biraz.
-       Farketmez. 50 TL’lik olsun.
-       Tamam. Kimliğinizi alayım.

Türkiye Cumhuriyeti kadar kimlik seven bir ülke var mıdır acaba! Üzerimizde nüfus kimliğimiz yoksa bizim kadar tedirgin olan başka ülke vatandaşları var mıdır? Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini kazarsanız altından nüfus cüzdanı çıkar. Türkiye’den nüfus cüzdanını çıkarırsanız geriye bir enkaz kalacaktır.

Kimliğimi aldım. Seyrek saçlı resepsiyonist ( bu kelime de siyonizmi çağrıştırıyor. Oda ayarlayan adam değil de Mossad ajanı sanki) odamı tariff etti.

-       Üst kata çıktığınızda ilk saga dönün ilk soldaki oda.
-       Asansör yok mu?
-       Maalesef yok.

Masadan 3-4 renkli şeker daha alıp merdivenleri çıkmaya başladım. Otelde başka çalışan yoktu herhalde. İlk defa bavulumu taşımak için bir personel girişimde bulunmuyordu.

            Oda, oda değil cezaevi hücresiydi. Tek kişilik bir yatağı zorla sığdırmışlardı sanki odaya. Bavulumu sığdıracak yeri zor buldum.  “Hey! odada tuvalet yok” diye düşündüğüm anda odanın kapısını kapatınca tuvaleti gördüm. Kapının arkasında kalmıştı. Tuvalet o kadar küçüktü ki götü benimkinden biraz büyük olan biri sıçamazdı. Klozeti anca sığdırmışlardı. Bir de utanmadan banyo için de musluk koymuşlardı. Yıkanmak için klozetin üstüne çıkmalıydım. 50 TL hiç bu kadar aşağılanmamıştı. Odada 37 ekran tüplü televizyonla birlikte bir de klima vardı. Helal olsun adamlara göt kadar odaya her şeyi sığdırmışlardı.

Araba kullanmaktan yorulmuştum ve dışarısı çok sıcaktı. Akşam saatlerine kadar “ Biraz uzanayım, dinleneyim, kitap okuyayım” kararı aldım. Bu arada Aysel’i aradım. Aysel’i daha önce bir TV programı için çekmiştim. Elli beş yaşlarında hoş sohbet bir kadındı. O da havanın çok sıcak olduğunu ve akşam 8-9 gibi buluşmamızın daha iyi olacağını söyledi.

Uzanmak çok iyi geldi. Yataktan kalkasım yoktu. Hava hala çok sıcaktı. Odama sağdan, soldan, alttan, üstten, her taraftan sesler geliyordu. Otelin sahipleri burayı açarlarken “ Öyle bir otel açalım ki gelen rahat yüzü görmesin ve bir daha da gelmesin. Ne dersiniz, bunu yapabilir miyiz?” demişlerdi sanki.

Çantamdan Haruki Murakami’nin ‘Koşmasaydım Yazamazdım’ kitabını çıkardım. Şöyle bir yazı geçiyordu kitabın bir yerinde “Koştuğum mesafenin artışıyla birlikte, kilom da azaldı. İki ayda 3 kilo verdim, karnımın etrafındaki hafif yağ tabakası da eriyip gitti. 3 kilo iyi bir rakam. Bir kasaptan 3 kilo et alıp eve kadar koştuğunuzu düşünün. O ağırlığın gerçekte nasıl bir şey olduğunu anlarsınız. Böylesi bir ağırlığı vücudumun bir parçası olarak taşıdığımı düşününce, bir hayli karmaşık düşüncelere kapılıyorum”. Hoşuma giden bu yazıyı kilo problemi olan bir dostumla telefonda paylaştım hemen. Yaklaşık yarım saat kilonun ne kadar sağlıksız ve estetikten yoksun bir şey olduğu üzerine konuştuk. Nasıl kilo verilir üzerine birçok tavsiyede bulunduk birbirimize. Bana da bahane zaten, yalnızlıktan sıkılmıştım ve konuşacak birilerini arıyordum. Az yiyin, çok hareket edin, bol su için, ekmek az yiyin, şekerden uzak durun, akşam geç saatlerde yemek yemeyin…

            Dışarı çıkmak için anahtarı resepsiyondaki adama verdim. Adamın elinde çok kalın parlak kaplı ucuz bir Amerikan romanı vardı ve son sayfalarındaydı. Hani şu sahaflarda dükkan önünda tepeleme 3 tanesi 5 Lira’ya satılan kitaplardandı. İlgimi çekti. Ne okuduğunu sorunca ismini hatırlayamadığım bir adamın adını söyledi ve diğer okuduğu kitaplarının da adlarını saymaya başladı. Böyle kitapları her zaman kimlerin okuduğunu merak ederdim. Sovyet ajanı kız amerikalı adamı kandırmaya çalışıyor ama sonra adama aşık oluyor. Sonra da bu gizli görevi birlikte hallediyorlar…vs. Filmi bile çekilmiş adamın birkaç kitabının. Birkaç renkli şeker alıp uzaklaştım.

 Akşam olmuş ve hava serinlemişti. Çanakkale çok güzel bir yerdi. İnsanları çok rahattı, kimse kimseye karışmıyordu. Sokaklar kafelerle doluydu ve hepsi de cıvıl cıvıldı. “cıvıl cıvıl” sözcüğü boktan şeyler yazıyorum hissini oluşturdu bende nedense.

            Aysel aramadı beni. 8-9 gibi buluşuruz demişti oysa. Ben de aramadım. Çanakkale’de misafir sayılırdım, onun araması gerekirdi. Biraz kızdım ama sonra siklemedim. Şaşırdım sadece. “Ben olsam arardım amk” dedim. Aramazsa aramasın, kendi bilir. Çok da umrumda. Gelemeyeceksen bile insan bir haber verir. Batılılar işte böyle abi. Biz olsak hemen evimizi açarız, yemek veririz. Aslında böyle biri değildi ama. Yarın ararsa açmam telefonunu. Ya da açarım kırıldığımı söylerim. O aramadan aramam ama.

Bir iki saatlik bir akşam yürüyüşünden sonra oturup bir bira içtim. Tek başına tadı yoktu. Havamda değildim.

Biramı içip otele geçtim. Uzandım. Bir yerden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ulusa sesleniş sesi geliyordu: “Rahat olun, sizin güvenliğinizi sağlıyoruz. Türkiye’nin ekonomik başarısını kıskananlar ülkemizi karıştırıyorlar”. Ertesi Gün IŞİD Atatürk havaliman’ında 40’ın üzerinde insanı öldürüp onlarcasını da yaraladı. Kıskançlar iş başındaydı.

            Çok yorgundum, gözlerim kapanıyordu. Uyumalıydım. Yarın Bozcaada’ya geçecek ve daha güzel bir otelde kalacaktım.

Bayat çay, Madam Erika, Anzaklar, Aysel, bizi kıskanıyorlar…

                                                                                                                  13 Ağustos 2016      PAT
patoyku@gmail.com
www.facebook.com/pat.oyku