9 Mart 2015 Pazartesi

APAÇİ PROFESÖR WAS IN HAPPY BEAR

“Kapalı alanlarda sigara içme yasağının faturası en çok içmeyenlere kesiliyordu. Sigaracılar güzel, açık havada dumanlarını üfleyerek keyif çatarken biz kapalı alanda mahsur kalıyorduk. “


“İsmini yazdırıp sıra alıyorsun” dediler.
İsmimi yazdırıp sıra aldım”Doksan dört”.
“ Sıra şuanda kaçta?”
“Elli dört’te” dedi güvenlik.

        Kırk kişi vardı  önümde. Ne kadar uzun sürebilirdi ki sıranın bana gelmesi. Onar onar alsalar bir saatte biterdi işim.

“ Neden sıra ilerlemiyor” diye sordum.
“Sistem bir-iki saattir yok, gelince alacaz sizi” dedi güvenlik.
“Ben üç yıl önce tecil için geldiğimde yine yoktu sistem, bana mı denk geliyor yoksa hep mi yok, anlamadım ki” diye serzenişte bulundu bedelli için bekleyenlerden biri. Milleti galeyana getirmeye çalışıyordu ama öyle bir potansiyele sahip değildik. “Askerlikten kaçmak için üç yıldır yüksek lisans yapıyorum, profesör olacaktım nerdeyse” diye de yılların espirisini yapmaktan mahrum bırakmadı kendini Profesör.
“Burası Türkiye burda her şey olur, sistem yok ülkede sistem” diye sorun tespitinde bulundu bir diğeri.

        Kapının önünde baya bir genç birikmişti. Tecil, muayene, bedelli için gelenlerlerin yanı sıra çürük almak için gelenler de vardı. Kapıdaki güvenlik “yerinizde olsam öğleden sonra gelirdim” diye akıl veriyordu. Saat 11.30’du ve 13.30’da bitecekti öğle arası. “İki saat soğukta kapının önünde dikilmektense gidip bir kafede oturayım” diye konformist bir plan kurdum. Kapıda bekleyenlerin hangi mantıkla beklediklerini merak etmeden uzaklaştım ordan.

        Askerlik şubesinin hemen yakınında bir çay bahçesi vardı. Bahçe kısmı yarı açık olduğu için içerde sigara içiliyordu. Üç masa tek doluydu ama on masalık sigara içiliyordu içerde. Bir masada tavla oynayan dört türbanlı kız, yan masalarında da tavla oynayan iki apaçi* vardı. Diğer bir masada da siyah kaputlu, birazdan gidip eski karısını öldürdükten sonra intihar edecek tipte biri oturuyordu. Sigara dumanına maruz kalmamak için kapalı kısımda oturmaya karar verdim.

        Kapalı alanlarda sigara içme yasağının faturası en çok içmeyenlere kesiliyordu. Sigaracılar güzel, açık havada dumanlarını üfleyerek keyif çatarken biz kapalı alanda mahsur kalıyorduk.

        Kafenin kapalı kısmında benden başka kimse yoktu. Şişman, saçları jöleli, bir bardak ayranla beş lahmacun yedikten sonra üstüne bir de künefe yiyebilecek bir arkadaş oturuyordu kasada. Kendisinden bir bardak çay rica ettim. “Çayın demlenmesine beş dakika var” dedi. Benimse boş iki saatim vardı. Bekleyebilirdim.

        Kafede hükümet yanlısı bir kanal açıktı. Yaklaşık bir saat Başbakanın Kastamonu mitingini dinledim. İçerde çok güzel bir de papağan vardı. Sürekli bir yerlere konuyordu, kafeste değildi. Kafama sıçmasından korkuyordum ki baktım omzuma kondu. Pitbull saldırmış tepkisi verince kafeye bakan arkadaş gelip omuzumdan aldı. Hayvanları çok tanımadığım için gözümü çıkardığını hayal ettim bir an.

        Kafenin leş gibi tuvaletinden geri dönerken içerde tavla oynayan kızlardan biriyle apaçinin dışarda birbirlerine kur yaptığına tanık oldum. Apaçi kızın telefonunu almış vermiyordu, kız da “yaaa versene” diye cilve yapıyordu. Apaçi şaka yapıyordu ama şakası olmayan tiplerdendi. Birkaç ay sonra internette “Sefaköy’de dehşet” başlığı altında “kendisinden ayrılan kız arkadaşının yüzüne kezzap attı” ayrıntılı haberde fotoğrafını görebilirdim Apaçi’nin. Çok sevdikleri için öldürüyor ya da sakat bırakıyorlardı.

        Öğle arası bitmişti. Güvenlik kapıya gelip on kişinin adını okudu. Sıra elli dört’ten altmış dört’e gelmişti. Sistem çalışmaya başlamıştı. Bir saate kalmaz ben de işimi hallederdim. Dışarda kalabalık birikmeye devam ediyordu ve hava çok soğuktu. İşimi garantiye almak adına:

“ Bugün bana sıra gelir değil mi?” diye sordum.
“ Kaç senin numaran”
“ Doksan Dört”
“Gelir gelir”

        Yarım saat geçmişti ama henüz içerden çıkan kimse yoktu. Yeni insanlar geliyordu ve numara almak için isimlerini yazdırıyorlardı. Güvenlik nasıl olsa sıra gelmeyeceğinden numara almanın bir işe yaramayacağını söylese de insanlar sıra almaya devam ediyorlardı.

Uzun boylu, kalıplı bir genç gelip güvenliğe seslendi:

“ Ben de sıra alabilir miyim?”
“ Sıra vereyim de gelmez bugün sana sıra daha”
“ Ben asker kaçağıyım, teslim olmaya geldim”
“ hemşerim sıra yok diyorum. Yarın sabah yedide gelirsen sıra alabilirsin, bugünün sıraları yarına sarkmıyor, baştan alıyoruz isimleri”
“Ben asker kaçağıyım ve siz şimdi beni almıyor musunuz?”
“Sıran gelince alırız. Hem sen gelmezsen devlet gelip seni askere almaz ki!”
“ İyi o zaman ben gideyim”
“ Git”
“ Hadi eyvallah”

        Ne saçma bir şeydi. Adam bir nevi “suçlu” ama sıra numarası olmadığı için teslim olamıyordu. Bu saçmalığı dış sesle yanımda duran birine anlattığımda:

“ O da bir şey mi abi. Az önce tek ayağı olmayan biri çürük almak için geldi, hastane raporu yok diye kabul etmediler. Adamın ayağı yok, nasıl kandıracak ki? götüne mi sokmuş bacağını.” diye daha tuhaf bir şey anlattı.

        Bir an ömrümün kalanını burda sıra bekleyerek geçireceğim hissine kapıldım.Ben yine bir sorsam iyi olur diye düşündüm:

“ Numaram doksan dört bana sıra gelir değil mi abi?”
“ Doksan dört. Bakayım bir, doksana sıra gelir ya”
“Doksan dört abi”
“Gelir gelir”

        Bedelli sayesinde profesör olmaktan son anda kurtulan arkadaş “ Ya bari insanları içeri alın içerde beklesinler. Donduk burda.” diye sesini yükseltti ama tınlayan olmadı. Diğeri yine söze karıştı “ Alırlar mı abi, ölsek siklerinde değil. Sistem yok ki!” Ben de sıkılmıştım beklemekten “ Bu ne eziyet ya! Çağırın askerleri kurşuna dizsinler bari bizi” diye espiriyle karışık bir serzeniş ortaladım ama beni de sikleyen olmadı.

        Ayakta beklemekten yorulmuştum. Neyse ki oturmamız için bir bank düşünebilmişlerdi. Bankta benle birlikte başka biri daha oturuyordu. Tedirgin bir şekilde bana kaçamak bakışlar atıyordu. Hareketleri tuhaftı. Korkuyor gibiydi. Hemen yanımızda ayakta iki kişi sohbet ediyordu. Tekirdağ’da yazlık almanın ne kadar mantıklı bir şey olduğu üzerine sohbet ediyorlardı. Derken çocuk yanımdan kalkıp biraz uzaklaşmaya başladı. Yazlık üzerine konuşmayı bırakıp oğluna seslendi babası olduğunu tahmin ettiğim kişi “ oğlum gel otur, uzaklaşma”. Yine tedirgin hareketlerle gelip yanıma oturdu. Muhtemelen çocuğun ruhsal bir hastalığı vardı ve çürük almak için gelmişlerdi. Çocuk rahatsız olmasın diye kalktım yanından. Onları da saatlerdir kapıda bekletiyorlardı. Devlet kurumları insanları bekletmek için varlardı sanki. İnsanları bekletmekten başka bir işe yaramayan bu kurumların varlığını korumamız için de elimize silah verip aylarca rehin tutuyorlardı.

        Kapının önündeki kalabalık gittikçe artıyordu ve saat üç olmasına rağmen henüz içerden kimse çıkmamıştı. Mesainin bitimine bir buçuk-iki saat vardı. Tekrar güvenliği rahatsız ettim:

“Bugün doksan dördüncü numaraya sıra geleceğinden emin misiniz? Bir buçuk saattir içerden on kişi çıkmadı”
“ Doksan dört mü senin numaran?”
“Evet”
“Doksan dört. Kaçta şimdi sıra. Altmış dört. Gelir ya. Doksan dörte gelir sıra”

        Güvenlikle ikimiz ayrı metodlar kullanıyorduk herhalde hesap yaparken. Hesaplarıma göre en çok yetmiş dörde geliyordu sıra.

Ben güvenlikle bu hesapları yaparken biri çıkageldi ve:

“ Benim randevum var, girebilir miyim?” dedi.
“Tamam gel içeri, bakalım. Randevun varsa girersin.” Dedi güvenlik.
“Randevuyla mı alıyorsunuz?” dedim.
“Evet. Randevun olsaydı beklemezdin sen de” dedi.

        “Vay amk” oldum. Bu kadar medeni bir sistem vardı ve sığır gibi saatlerdir burda bekliyordum. Zaten sıranın bana geleceği yoktu. Daha fazla ayakta üşümenin bir anlamı yoktu. İki gün sonrasına randevu almak için ayrıldım ordan.

     İki gün sonra geldiğimde kapının önünde yine ciddi bir kalabalık vardı. Aralarından sıyrılarak:
“ Pardon benim randevum vardı.”
“Tamam içeri gel”

        Burunlarının kırmızlığından saatlerdir bekledikleri belli olan delikanlıların arasından büyük bir mutlulukla sıyrılarak içeri geçtim.

        Bedelli askerlik için dilekçe doldurdum. Kadın memur bir işlemler yapıyordu bilgisayarda. Şubedeki tüm memurlar kadındı. İşlemlerimi yapan memur kadının yanında oturan şişman kadının üsütündeki tüylü kazak dikkatimi çekti. Kadın çok kiloluydu ve üzerinde “Happy Bear”(Mutlu Ayı) yazan tüylü bir kazak giymişti. Kadın ya aşırı özgüvenliydi ya da üzerinde ne yazdığını merak etmediği bir şeyi giyiyordu. Kazağın şapkası da ayı kafası biçimindeydi. Memur kadın bilgisayardan birkaç çıktı alıp gerekli imzalar için beni şeflerine yönlendirdi.

        Şef memurenin yanına gidip imzalaması için belgeleri kendisine verdim. Gayet asık bir suratla kağıtları imzalamaya başladı. Bedelli askerlik yapmam hoşuna gitmemişti herhalde. Benim de her vatan evladı gibi askerde izmarit toplamak istemeyişim onu rahatsız etmişti. Belgeleri imzaladıktan sonra bana uzatıp:

“Bu belgeleri al fısfısfısfısfısfısfıs ….. gel”
“Pardon alıp ne yapayım?”
“Bu fısfısfısfısfıs 12 numaradaki fısfısfısfıs.. gel”
“12 numaradaki ne yapayım?”
“ Bu fısfısfısfıs 12 fısfısfıs albaya fısfısfısfıs..” dedi en son sinirli bir şekilde.

            Kadının sesi o kadar kısıktı ki söylediklerinden bir bok anlaşılmıyordu. Kadının ses tellerinde problem vardı, hastaydı. Sanki normal konuşuyormuş gibi de bana kızıyordu. Ne demek istediğini bir daha sorup muhatap olmak istemediğim için kurduğu birkaç cümleyi birleştirip bir anlamlar çıkarmaya çalıştım. 12 numaradaki albaya imzalatacaktım herhalde belgeleri.

        12 numaradaki albayın odasına girdim. Telefonuyla ilgileniyordu. Oturmamı söyledi yüzüme bakmadan. Tombik, kırklı yaşlarda biriydi. Beş-on dakika öylece durduk. Hiçbir şey demedim. Keyfini bekledim. Zamanım vardı. Olmasaydı da beklerdim. Provakasyonlara gelmeyecektim. Yüzüme bakmadan belgeleri istedi. Verdim. Kahramanca imzaladı Albay. Öyle ya, bedelli yapmama kızıyordu. Onun gibi kahraman komutanların emrinde düşmanları kovalamak varken vatan hainliği yapıp askerlikten kaçıyordum. Bedelli askerlik yasasını da ben çıkardım. Yasayı çıkaranlar karşısına gelse götlerini yalayacak adam bana kızıyordu. 12 numarada kendisi cansiperane götünü büyütürken bizim gibi hainler on sekizbinlira parayla vatan borçlarını tek tokat yemeden yapıyorlardı. İmzaladı.

        Askerlik yapmamak için yüksek lisans dahil birçok şey yapmıştım. Elimdeki imzalı kağıtlarla şube merdivenlerinden inerken keyiften gülmeme engel olamıyordum. Elimdeki kağıtta şöyle yazıyordu:

“ Yukarıda kimlik bilgileri yazılı yükümlü,1111 sayılı askerlik kanununun geçici 52’inci maddesi gereği bedelli askerlik uygulamasına ilişkin yükümlülüğünü tamamladığından askerlik hizmetini yerine getirmiş sayılmıştır.”


*Apaçi: Vahşi batıdaki Apaçi’lerle bir akrabalıkları bulunmamaktadır. Vahşi Batı’dan daha vahşi olan İstanbul varoşlarında yaşamaktadırlar.


                                                                                              PAT    9 Mart 2015

patoyku@gmail.com 
www.facebook.com/pat.oyku