“Kapalı alanlarda sigara içme yasağının faturası en çok içmeyenlere
kesiliyordu. Sigaracılar güzel, açık havada dumanlarını üfleyerek keyif
çatarken biz kapalı alanda mahsur kalıyorduk. “
“İsmini yazdırıp sıra alıyorsun” dediler.
İsmimi yazdırıp sıra aldım”Doksan dört”.
“ Sıra şuanda kaçta?”
“Elli dört’te” dedi güvenlik.
Kırk kişi vardı
önümde. Ne kadar uzun sürebilirdi ki sıranın bana gelmesi. Onar onar
alsalar bir saatte biterdi işim.
“ Neden sıra ilerlemiyor” diye sordum.
“Sistem bir-iki saattir yok, gelince alacaz sizi” dedi
güvenlik.
“Ben üç yıl önce tecil için geldiğimde yine yoktu sistem,
bana mı denk geliyor yoksa hep mi yok, anlamadım ki” diye serzenişte bulundu
bedelli için bekleyenlerden biri. Milleti galeyana getirmeye çalışıyordu ama
öyle bir potansiyele sahip değildik. “Askerlikten kaçmak için üç yıldır yüksek
lisans yapıyorum, profesör olacaktım nerdeyse” diye de yılların espirisini
yapmaktan mahrum bırakmadı kendini Profesör.
“Burası Türkiye burda her şey olur, sistem yok ülkede
sistem” diye sorun tespitinde bulundu bir diğeri.
Kapının önünde baya bir genç birikmişti. Tecil, muayene,
bedelli için gelenlerlerin yanı sıra çürük almak için gelenler de vardı.
Kapıdaki güvenlik “yerinizde olsam öğleden sonra gelirdim” diye akıl veriyordu.
Saat 11.30’du ve 13.30’da bitecekti öğle arası. “İki saat soğukta kapının
önünde dikilmektense gidip bir kafede oturayım” diye konformist bir plan
kurdum. Kapıda bekleyenlerin hangi mantıkla beklediklerini merak etmeden uzaklaştım
ordan.
Askerlik şubesinin hemen yakınında bir çay bahçesi vardı.
Bahçe kısmı yarı açık olduğu için içerde sigara içiliyordu. Üç masa tek doluydu
ama on masalık sigara içiliyordu içerde. Bir masada tavla oynayan dört türbanlı
kız, yan masalarında da tavla oynayan iki apaçi* vardı. Diğer bir masada da
siyah kaputlu, birazdan gidip eski karısını öldürdükten sonra intihar edecek
tipte biri oturuyordu. Sigara dumanına maruz kalmamak için kapalı kısımda
oturmaya karar verdim.
Kapalı alanlarda sigara içme yasağının faturası en çok
içmeyenlere kesiliyordu. Sigaracılar güzel, açık havada dumanlarını üfleyerek
keyif çatarken biz kapalı alanda mahsur kalıyorduk.
Kafenin kapalı kısmında benden başka kimse yoktu. Şişman,
saçları jöleli, bir bardak ayranla beş lahmacun yedikten sonra üstüne bir de
künefe yiyebilecek bir arkadaş oturuyordu kasada. Kendisinden bir bardak çay
rica ettim. “Çayın demlenmesine beş dakika var” dedi. Benimse boş iki saatim
vardı. Bekleyebilirdim.
Kafede hükümet yanlısı bir kanal açıktı. Yaklaşık bir saat
Başbakanın Kastamonu mitingini dinledim. İçerde çok güzel bir de papağan vardı.
Sürekli bir yerlere konuyordu, kafeste değildi. Kafama sıçmasından korkuyordum
ki baktım omzuma kondu. Pitbull saldırmış tepkisi verince kafeye bakan arkadaş
gelip omuzumdan aldı. Hayvanları çok tanımadığım için gözümü çıkardığını hayal
ettim bir an.
Kafenin leş gibi tuvaletinden geri dönerken içerde tavla
oynayan kızlardan biriyle apaçinin dışarda birbirlerine kur yaptığına tanık
oldum. Apaçi kızın telefonunu almış vermiyordu, kız da “yaaa versene” diye
cilve yapıyordu. Apaçi şaka yapıyordu ama şakası olmayan tiplerdendi. Birkaç ay
sonra internette “Sefaköy’de dehşet” başlığı altında “kendisinden ayrılan kız
arkadaşının yüzüne kezzap attı” ayrıntılı haberde fotoğrafını görebilirdim
Apaçi’nin. Çok sevdikleri için öldürüyor ya da sakat bırakıyorlardı.
Öğle arası bitmişti. Güvenlik kapıya gelip on kişinin adını
okudu. Sıra elli dört’ten altmış dört’e gelmişti. Sistem çalışmaya başlamıştı. Bir
saate kalmaz ben de işimi hallederdim. Dışarda kalabalık birikmeye devam
ediyordu ve hava çok soğuktu. İşimi garantiye almak adına:
“ Bugün bana sıra gelir değil mi?” diye sordum.
“ Kaç senin numaran”
“ Doksan Dört”
“Gelir gelir”
Yarım saat geçmişti ama henüz içerden çıkan kimse yoktu.
Yeni insanlar geliyordu ve numara almak için isimlerini yazdırıyorlardı.
Güvenlik nasıl olsa sıra gelmeyeceğinden numara almanın bir işe yaramayacağını
söylese de insanlar sıra almaya devam ediyorlardı.
Uzun boylu, kalıplı bir genç gelip güvenliğe seslendi:
“ Ben de sıra alabilir miyim?”
“ Sıra vereyim de gelmez bugün sana sıra daha”
“ Ben asker kaçağıyım, teslim olmaya geldim”
“ hemşerim sıra yok diyorum. Yarın sabah yedide gelirsen
sıra alabilirsin, bugünün sıraları yarına sarkmıyor, baştan alıyoruz isimleri”
“Ben asker kaçağıyım ve siz şimdi beni almıyor musunuz?”
“Sıran gelince alırız. Hem sen gelmezsen devlet gelip seni
askere almaz ki!”
“ İyi o zaman ben gideyim”
“ Git”
“ Hadi eyvallah”
Ne saçma bir şeydi. Adam bir nevi “suçlu” ama sıra numarası
olmadığı için teslim olamıyordu. Bu saçmalığı dış sesle yanımda duran birine
anlattığımda:
“ O da bir şey mi abi. Az önce tek ayağı olmayan biri çürük
almak için geldi, hastane raporu yok diye kabul etmediler. Adamın ayağı yok,
nasıl kandıracak ki? götüne mi sokmuş bacağını.” diye daha tuhaf bir şey
anlattı.
Bir an ömrümün kalanını burda sıra bekleyerek geçireceğim
hissine kapıldım.Ben yine bir sorsam iyi olur diye düşündüm:
“ Numaram doksan dört bana sıra gelir değil mi abi?”
“ Doksan dört. Bakayım bir, doksana sıra gelir ya”
“Doksan dört abi”
“Gelir gelir”
Bedelli sayesinde profesör olmaktan son anda kurtulan
arkadaş “ Ya bari insanları içeri alın içerde beklesinler. Donduk burda.” diye
sesini yükseltti ama tınlayan olmadı. Diğeri yine söze karıştı “ Alırlar mı
abi, ölsek siklerinde değil. Sistem yok ki!” Ben de sıkılmıştım beklemekten “
Bu ne eziyet ya! Çağırın askerleri kurşuna dizsinler bari bizi” diye espiriyle
karışık bir serzeniş ortaladım ama beni de sikleyen olmadı.
Ayakta beklemekten yorulmuştum. Neyse ki oturmamız için bir
bank düşünebilmişlerdi. Bankta benle birlikte başka biri daha oturuyordu.
Tedirgin bir şekilde bana kaçamak bakışlar atıyordu. Hareketleri tuhaftı.
Korkuyor gibiydi. Hemen yanımızda ayakta iki kişi sohbet ediyordu. Tekirdağ’da
yazlık almanın ne kadar mantıklı bir şey olduğu üzerine sohbet ediyorlardı.
Derken çocuk yanımdan kalkıp biraz uzaklaşmaya başladı. Yazlık üzerine
konuşmayı bırakıp oğluna seslendi babası olduğunu tahmin ettiğim kişi “ oğlum
gel otur, uzaklaşma”. Yine tedirgin hareketlerle gelip yanıma oturdu.
Muhtemelen çocuğun ruhsal bir hastalığı vardı ve çürük almak için gelmişlerdi. Çocuk
rahatsız olmasın diye kalktım yanından. Onları da saatlerdir kapıda
bekletiyorlardı. Devlet kurumları insanları bekletmek için varlardı sanki.
İnsanları bekletmekten başka bir işe yaramayan bu kurumların varlığını
korumamız için de elimize silah verip aylarca rehin tutuyorlardı.
Kapının önündeki kalabalık gittikçe artıyordu ve saat üç
olmasına rağmen henüz içerden kimse çıkmamıştı. Mesainin bitimine bir buçuk-iki
saat vardı. Tekrar güvenliği rahatsız ettim:
“Bugün doksan dördüncü numaraya sıra geleceğinden emin
misiniz? Bir buçuk saattir içerden on kişi çıkmadı”
“ Doksan dört mü senin numaran?”
“Evet”
“Doksan dört. Kaçta şimdi sıra. Altmış dört. Gelir ya.
Doksan dörte gelir sıra”
Güvenlikle ikimiz ayrı metodlar kullanıyorduk herhalde hesap
yaparken. Hesaplarıma göre en çok yetmiş dörde geliyordu sıra.
Ben güvenlikle bu hesapları yaparken biri çıkageldi ve:
“ Benim randevum var, girebilir miyim?” dedi.
“Tamam gel içeri, bakalım. Randevun varsa girersin.” Dedi
güvenlik.
“Randevuyla mı alıyorsunuz?” dedim.
“Evet. Randevun olsaydı beklemezdin sen de” dedi.
“Vay amk” oldum. Bu kadar medeni bir sistem vardı ve sığır
gibi saatlerdir burda bekliyordum. Zaten sıranın bana geleceği yoktu. Daha
fazla ayakta üşümenin bir anlamı yoktu. İki gün sonrasına randevu almak için
ayrıldım ordan.
İki gün sonra geldiğimde kapının önünde yine ciddi bir
kalabalık vardı. Aralarından sıyrılarak:
“ Pardon benim randevum vardı.”
“Tamam içeri gel”
Burunlarının kırmızlığından saatlerdir bekledikleri belli
olan delikanlıların arasından büyük bir mutlulukla sıyrılarak içeri geçtim.
Bedelli askerlik için dilekçe doldurdum. Kadın memur bir
işlemler yapıyordu bilgisayarda. Şubedeki tüm memurlar kadındı. İşlemlerimi
yapan memur kadının yanında oturan şişman kadının üsütündeki tüylü kazak
dikkatimi çekti. Kadın çok kiloluydu ve üzerinde “Happy Bear”(Mutlu Ayı) yazan
tüylü bir kazak giymişti. Kadın ya aşırı özgüvenliydi ya da üzerinde ne
yazdığını merak etmediği bir şeyi giyiyordu. Kazağın şapkası da ayı kafası
biçimindeydi. Memur kadın bilgisayardan birkaç çıktı alıp gerekli imzalar için
beni şeflerine yönlendirdi.
Şef memurenin yanına gidip imzalaması için belgeleri kendisine
verdim. Gayet asık bir suratla kağıtları imzalamaya başladı. Bedelli askerlik
yapmam hoşuna gitmemişti herhalde. Benim de her vatan evladı gibi askerde
izmarit toplamak istemeyişim onu rahatsız etmişti. Belgeleri imzaladıktan sonra
bana uzatıp:
“Bu belgeleri al fısfısfısfısfısfısfıs ….. gel”
“Pardon alıp ne yapayım?”
“Bu fısfısfısfısfıs 12 numaradaki fısfısfısfıs.. gel”
“12 numaradaki ne yapayım?”
“ Bu fısfısfısfıs 12 fısfısfıs albaya fısfısfısfıs..” dedi
en son sinirli bir şekilde.
Kadının
sesi o kadar kısıktı ki söylediklerinden bir bok anlaşılmıyordu. Kadının ses
tellerinde problem vardı, hastaydı. Sanki normal konuşuyormuş gibi de bana
kızıyordu. Ne demek istediğini bir daha sorup muhatap olmak istemediğim için
kurduğu birkaç cümleyi birleştirip bir anlamlar çıkarmaya çalıştım. 12
numaradaki albaya imzalatacaktım herhalde belgeleri.
12 numaradaki albayın odasına girdim. Telefonuyla
ilgileniyordu. Oturmamı söyledi yüzüme bakmadan. Tombik, kırklı yaşlarda
biriydi. Beş-on dakika öylece durduk. Hiçbir şey demedim. Keyfini bekledim.
Zamanım vardı. Olmasaydı da beklerdim. Provakasyonlara gelmeyecektim. Yüzüme
bakmadan belgeleri istedi. Verdim. Kahramanca imzaladı Albay. Öyle ya, bedelli
yapmama kızıyordu. Onun gibi kahraman komutanların emrinde düşmanları kovalamak
varken vatan hainliği yapıp askerlikten kaçıyordum. Bedelli askerlik yasasını
da ben çıkardım. Yasayı çıkaranlar karşısına gelse götlerini yalayacak adam
bana kızıyordu. 12 numarada kendisi cansiperane götünü büyütürken bizim gibi
hainler on sekizbinlira parayla vatan borçlarını tek tokat yemeden
yapıyorlardı. İmzaladı.
Askerlik yapmamak için yüksek lisans dahil birçok şey
yapmıştım. Elimdeki imzalı kağıtlarla şube merdivenlerinden inerken keyiften
gülmeme engel olamıyordum. Elimdeki kağıtta şöyle yazıyordu:
“ Yukarıda kimlik
bilgileri yazılı yükümlü,1111 sayılı askerlik kanununun geçici 52’inci maddesi
gereği bedelli askerlik uygulamasına ilişkin yükümlülüğünü tamamladığından
askerlik hizmetini yerine getirmiş sayılmıştır.”
*Apaçi: Vahşi batıdaki Apaçi’lerle bir akrabalıkları bulunmamaktadır.
Vahşi Batı’dan daha vahşi olan İstanbul varoşlarında yaşamaktadırlar.
PAT
9 Mart 2015
www.facebook.com/pat.oyku