5 Ekim 2013 Cumartesi

Tek Dil Tek Ağaç

"İnsanın götü rahat değilken nasıl Karlofça Antlaşmasının maddelerini ezberleyebilir ki?" 

16 Ağustos 1999 akşamı babam uzun zamandır hayalini kurduğum Play Station'ı almıştı eve. Gece saat bire kadar futbol oynadım. O zamana kadar atari oyunlarında ördek vuran ben nasıl sevineceğimi bilmiyordum.  Nasıl oldu hatırlamıyorum ama beni uyumaya ikna ettiler. Yatakta yarım saat  ertesi gün Playstation'da oynayacağım oyunları hayal ettikten sonra gece bir buçukta uyuyabildim ve üç buçukta uyandım. Deprem.
17 Ağustos 1999 Marmara Depremi'ni İstanbul İkitelli'de karşıladık. Çiftetelli'yi andıran ismiyle İstanbul'un namı olmayan semtlerinden biri olan İkitelli'de depreme yakalanma talihsizliğini yaşadık. Zaten zor ayakta duran binalar depremi bahane bilerek yıkıldılar ya da ağır hasar gördüler. Bizim bina fena değildi, çatlaklar vardı ama binaya girecek göt kimsede olmadığı için tüm apartman sokaktaydık. Tam bir savaş havası hakimdi mahallede. Ölü ve yaralılardan ziyade yarın Playstation oynayabilecek miyim diye kaygı duyuyordum.
Çoluk çocuk herkes dışardaydı. İnsanlar pijamaları ve donlarıyla kendilerini sokağa zor atmışlardı . Doğal afet için kötü bir saatti. Anne ve babaların yüzündeki korkuyu okuyabiliyordum. Can derdinin yanı sıra öteki tarafa cenabet gitme korkusuydu da yaşadıkları. Allah ahrette cenabet görmek istemiyordu bizi. Bu konuda hassastı.
Birkaç gün dışarda yattık. Eve tekrar ne zaman dönebileceğimizi bilen yoktu. Sürekli artçı depremlerle korkumuz tazeleniyordu ve enkaz altında kalmak istemiyordu kimse. Sadece zaruri ihtiyaçlarımız için eve hemen girip çıkıyorduk. Amcamla battaniye almaya gitmiştik bir kere. Ölmeyi göze alarak yaklaşık bir saat futbol oynamıştık Playstation'da.
Kalabalık bir aileydik ve süresiz depremzedelik bize göre değildi. Her şey normalleşinceye kadar Kızıltepe'ye yani Mardin'e  taşınma kararı aldık. Lise 1'e gidiyor ve okulumu seviyordum. Ben ailemle Kızıltepe'ye gitmedim ve inşaatçı amcamla kiralık bir eve çıktık.
Güzel bir okula gidiyordum. Neyi güzeldi diyeceksiniz. Sınıftaki kız sayısı erkek sayısından fazlaysa o okul güzel bir okuldur. Ergenlik dönemi kriterleriydi bunlar. Güzel bir arkadaş çevrem vardı. Geyik ve futbolla geçiyordu eğitim hayatım . İyi bir işe ve maaşa sahip olmak istiyorsanız okuyun diyen öğretmenlerimiz borç içinde yaşıyorlardı.
Fizik, kimya, matematik, Türkçe vs.. hiçbiri ilgimi çekmiyordu. Sadece benim değil kimsenin ilgisini çekmiyordu. Ailelerimiz bizi okula gönderiyordu, biz de gidiyorduk. Çalışkan öğrenciler sınıfın en ruhsuz, silik tipleriydi. Sadece yazılılar okunurken fark ederdik varlıklarını. O tırto tipler şimdinin saygı duyulan doktor ve mimarları, diğerleri ise temizlikçi ve güvenlikçileri.
Piç gibi bir sürü genci bir araya toplayıp matematik, fizik vs...çalışın diyorlardı. Aslında öğretmenler de ders anlatmak için takla atmıyordu. Hayatlarından memnun değillerdi, şimdi de değiller. Yani eğitimi veren de alan da isteksiz.
Üst paragraftan da anlayacağınız gibi sınıfta kaldım. Babam "herkes okumuyor, ister oku ister okuma" dedi. Çalışmak, okumaktan daha kötü bir seçenek gibi göründüğü için okumayı seçtim. Ama sadece seçtim yine okumayacaktım.
Sınıfta kalmamı başımda annemin olmayışına bağladılar ve beni Kızıltepe'ye annemin yanına yolladılar. Eğitim hayatım okuma yazması, Türkçe'si olmayan anneme emanetti. Annemin eğitim anlayışı ısrar ve tehdit üzerine kuruluydu. Sürekli "ders çalış" ve "babana şikayet edecem" derdi.
Kızıltepe'nin iklimini sevmiyordum. Çok sıcaktı hava. Yazın hissedilen sıcaklık 50 dereceyi geçiyordu ve yaz mevsimi yaklaşık beş ay sürüyordu. Yollar asfaltsızdı ve tozla birleşen sıcaklık yaşam enerjimi emiyordu. Yazları bir çölü andıran memleketimde bir damla yağmura hasret kalıyorduk. Kızıltepe'ye ilk yerleşen insanların niçin burayı seçtiklerini merak ediyordum. İstanbul'un rahatlığından sonra burda yaşamak zor geliyordu. Fotoğraf albümümüzdeki eski fotoğraflar gibi hissediyordum kendimi. Çünkü Kızıltepe'de o günlerden bu yana bir değişim olduğu söylenemezdi.
Kızıltepe Lisesi'ne kaydımı yaptılar. Dışardan yeni okuluma baktım. Üç katlı olan okulun camlarını sürekli kırdıkları için bütün camlar tel örgülüydü. Kim niye kırıyordu diye soracak olursanız bir zamanlar çocuk olduğunuzdan şüphe ederim. Çocuklar bir sebeple hareket etmezler. Kırık dökük, yıpranmış bir görünümü vardı okulun. Tecavüze uğramıştı sanki. Okulun tabelasını kaldırıp ne olduğunu sorsalar 'Çocuk Islah Evi' derdim.
Okul üniforması konusunda esnek bir okuldu. Kumaş pantolon, gömlek ve ceket olsun da ne renk olursa olsun diyorlardı. Okul bu sebepten okuldan ziyade bir düğün salonu gibiydi. Babasının damatlığını kapan geliyordu. Bir zamanlar gerdek öncesi giyilen kıyafet şimdi eğitim için giyiliyordu. Ceketlerinin  cebinde mendiller ve altında yelekleri vardı. Sağdan soldan kendilerine kıyafet uyduran garibanların durumu ise daha da vahimdi; Kahverengi ceketin altına yeşil pantolon onun altına da spor ayakkabı. Kızıltepe beni tokatlıyor ve " Ne sandın yarrağım" diyordu.
İlçenin Anadolu Lisesi'nden sonraki tek lisesi Kızıltepe Lisesi'ydi. Bu sebepten çok kalabalık olan okulumuzda sabahçı-öğlenci uygulaması vardı. Sabahçıydım ve okula gideceğim sabah gelip çatmıştı. okulun bahçesinde İstiklal Marşı için toplandık. İnanılmaz bir kalabalık vardı. Bu kalabalıkla istanbul'da her sınıfta elli kişi olmak üzere iki tane lise doldururdunuz. Sıra halinde okula giriyorduk. Öylesine kalabalıktı ki okul üçüncü kata çıkana kadar 10-15 dk geçiyordu.
9/D yazan sınıfımı buldum. İstanbul'daki sınıfım da 9/D'ydi. Bu tesadüfe sevindim. O yaşlarda böyle şeylere sevinebiliyor demek insan. Kitaplarımın üstündeki etiketleri değiştirmek zorunda değildim. 9/D' ye resmi olarak kayıtlı 85 öğrenci vardı. 85'in sadece 5'i kızdı. Sınıftaki beş kız en ön sırada oturur ve erkeklerle muhatap olmazlardı. Çünkü kızların bir gülüşüne aşk romanı yazacak adamlar vardı. Ayrıca sevgilisi olanı orospu olarak yaftalıyorlardı.  Çirkin kızlar için eşsiz bir yerdi Kızıltepe Lisesi. İlgi görmeleri için taşaklarının olmaması yeterliydi.
Sıralarda üçerli oturuyorduk ve hiç rahat değildik. İnsanın götü rahat değilken nasıl Karlofça Antlaşmasının maddelerini ezberleyebilir ki? Öylesine kalabalıktı ki sınıf  yıl sonuna kadar tanışmadığım sınıf arkadaşlarım vardı. Bir gün çarşıda biri bana selam verdi ve dakikalarca konuştuk. Daha sonra aynı kişiyi sınıfımda gördüm ama o gün tanımamıştım onu.
Kürtler ağırlıklı olmak üzere Araplar ve Türkler vardı okulda. Üç ırk da birbirini sevmiyordu. Biz onları Kürt olmadıkları için onlar bizi Arap ve Türk olmadığımız için sevmiyordu. Etnik kavgalar çok olmuyordu, genellikle sayıları az olan kızlar için kavga veriliyordu.
Öğretmenlerin çoğu Türk'tü. Kürt öğretmenler azdı. Birkaç tane gerizekalı faşist öğretmen vardı bize kötü davranan. Dayak atmak için bahane arıyordu şerefsizler. Biz de o bahaneleri veriyorduk genellikle. O zamana kadar hep batıda okumuştum ve çok az dayak görmüştüm. Kızıltepe'de ise dayağın olmadığı gün yoktu. Biz de uslu sayılmazdık, kontrol edilmemiz çok güçtü.
Dersin ilk 25 dakikası yoklamayla geçiyordu. 85 kişinin yoklamasını almak öyle kolay değildi. Öğretmenlerin de canına minnetti zaten. Ders vermek isteyen kim. Hatta öğretmenler zaman geçsin diye yavaş yavaş alıyordu yoklamayı. Dersin yarısı yoklamayla geçiyordu. Sanki okula yoklama için gidiyorduk. Dersin bir 10 dakikası da hakaret ve dayakla geçiyordu. Son 10 dakika da ise kitaptan bir şeyler yazdırıyorlardı. Sonra da bizden doktor olmamızı bekliyorlardı.
Ev ile okul arasında yaklaşık 5 kilometre yol vardı. Eve giderken yolumun üzerinde küçük bir fırın vardı ve çok güzel pide yaparlardı. Bir tane sıcak pide alır ve yavaş yavaş yiyerek eve giderdim. Yolumun üstündeki iki katlı müstakil evde bir kız vardı bana bakan. Geçeceğim saati biliyor ve çıkıp çatıda beni bekliyordu. Kızla ilgilenmezdim ama bu durum hoşuma giderdi. Abileri falan vardır belamı sikerler diye düşünüyordum. Bir gün yine pidemi aldım ve bir parça koparıp yemeye başladım. Tam bu sırada kısa boylu dolgun birinin önderliğinde 5 kişi yolumu kesti. "Gel lan buraya" deyip yolun kenarına çektiler beni. "Ne istiyorsunuz" dedim ağzımdaki ekmeği yavaş yavaş çiğnerken." Kes lan! gel bizimle bakayım" diyerek beni tenha bir yere davet etti kısa boylu kabadayı. "Niye" dedim. "Konuşma Allah'ını sikerim" dedi. Kısa boylu haydut boyunu aşan laflar ediyordu. Allah'ı affetmeyen bu karabela muhtemelen beni de affetmeyecekti. Belki korkar diye dayımın çocuklarının isimlerini saydım. Bir yandan da konuyu anlamaya çalışıyordum. Sen bilmem hangi kıza asılıyormuşsun dedi bana. Yok dedim abicim, ben İstanbul'dan yeni geldim, kimseyi tanımam dedim. "Senin sarı kumaş bir pantolonun yok mu" dedi. "Yok" dedim. "Beyaz bir gömleğin?", "Yok". Halbuki vardı. Keşke olmasaymış ama. Sarı kumaş ve beyaz gömlek de ne oluyor amk. Bu stile bakan kızdan ne hayır gelir zaten. Amacı sevdasını korumak olan kısa boylu serseri, beni affetmişti. Yumuşamasını beklemiyordum doğrusu. Sevinçten ona ve arkadaşlarına pidemi ikram ettim. Kısa boylu haydut pidemi ve sevdasını alarak yanımdan uzaklaştı.  
Okuldaki kızlar adları çıkar korkusuyla erkeklerle çok konuşmazlardı. Kızlara çıkma teklifi etmek isteyenler bu sebepten teklif kartları taşırlardı. Teklif kartları bildiğiniz kartvizitler aslında. Kartvizitin üstünde süslü bir cümleyle aşk ilan edilir ve iletişim numaraları yazılırdı. Okul çıkışlarında kızların kitaplarının arasına sıkıştırılır ya da çantalarına atılırdı. Saf çocuklardı hepsi, sevdiği kızı düşünüp otuz bir çekmeyecek tiplerdi.
En sevdiğimiz ders resimdi. Okulun bahçesinde bir tane ağaç vardı. Her resim dersinde hocamız bizi bahçeye çıkarıp ağacı çizmemizi ister ve giderdi. O gidince biz de resim defterini bir kenara atardık, çoğu kimse defter bile getirmezdi. Kim sikerdi ağaç resmini. Sesi güzel bir arkadaşın şarkıları eşliğinde halay çekerdik bahçede.
Havalar çok sıcaktı, sınıfta pişiyorduk. Buna rağmen pencereleri açamıyorduk çünkü asfaltsız yoldan geçen kamyonlar toz kaldırıyorlardı. Toz ve sıcaklık arasında bir tercih şansımız vardı. Gerçi toz olmasa bile pencereleri açtığınızda dışardan sıcak hava geliyordu yine. O sıcakta iki kişilik sıralara üç göt sığdırarak Vatandaşlık ve İnsan Hakları dersi görüyorduk. Yazın tozla kışın da çamurla savaşıyorduk. Okulumuz eve çok uzaktı ve çamuru aşarak okula varmak için çizmelerle gidiyorduk( Panik yok. Toplumsal gerçekçi köy hikayesi yazmıycam)
Bir karatahtamız bile yoktu. Duvarı yeşile boyamışlardı. Sabah derslerinde nemlenen duvarı(tahtayı!)kullanamıyorduk. Buna rağmen okul aidatı vermediği için dayak yiyen arkadaşlarımız vardı. Para karşılığında insan bir hizmet almalı. Biz para verip dayak yiyiyorduk.
Sınavlar çok basitti . Sabahçı ve öğlencilere aynı soruları sorarlardı. Her sınav öncesi soruları biliyorduk. O kadar kalabalıktık ki kontrol edilemiyorduk, herkes çok rahat kopya çekebiliyordu.Önümde üç Arap öğrenci oturuyordu. Gariban tiplerdi. Acurlarıyla meşhur bir köydendiler. Doğru düzgün Türkçe bilmiyorlardı. Türkçe konuştukları zaman da Arapça konuşuyorlar zannederdiniz. Sınvalarda onlara kopya verirdim onlar da kaşılığında hediye olarak acur getirirlerdi bana. Sınav esnasında üçü birden kafayı bana çevirip önlerindeki kağıtlarına bakmadan yazarlardı. Bir tanesi yanlışlıkla kendi adı yerine yazılı kağıdına benim adımı yazmıştı. Onun yüzünden sıfır aldım. Getirdiği acuru götüne sokmak istedim puştun.
19 Mayıs Spor Bayramı için ben de seçilmiştim. 19 Mayıs etkinliklerinde aktif olmak derslerden de kurtulmak anlamına geliyordu. Etkinlikler için hazırlığı Kızıltepe Spor'un sahasında yapacağız dediler. Çok sevindim, yeşillik görecek, hoplayıp zıplayacaktım.  Bir otobüs dolusu öğrenci Mayıs sıcağında çıktık yola. Bir süre gittikten sonra otobüs çöl gibi bir yerde durdu. Niçin durduk demeye kalmadan baktım herkes iniyor otobüsten. Durduğumuz tarlanın saha olduğunu söylediler. Bu bilgiyi aldıktan sonra alanda karşılıklı iki kale direğini fark ettim. Çim falan yoktu, toprak sahaydı. Tohum ekip biraz sulasanız süper bir tarla olurdu. 2-3 saat o tozun toprağın içinde süründürdüler bizi. Gençlik ve Spor bayramına hazırlanıyorduk. Dimyat'a pirince giderken toz içindeydim.
Yıl sonuna gelmiştik. Bütün derslerden geçmiş teşekkürü birkaç puanla kaçırmıştım. Sınıfta kalan yoktu. Zaten kimseyi sınıfta bırakamazlardı. 30-40 kişinin sınıfta kaldığını düşünün, seneye 85 kişilik sınıflar 120 kişi falan olurdu. Yani teknik bir zorunluluktu başarımız.
İki senelik bir Kızıltepe macerasından sonra tekrar İstanbul'a dönmüştük. Liseye kaldığım yerden devam ettim. Bunu da Kızıltepe'ye borçluydum. Çünkü iki sene üst üste sınıfta kalınca okuma hakkınızı kaybediyordunuz ve Kızıltepe'de değil de İstanbul'da okumaya devam etseydim muhtemelen yine sınıfta kalacaktım.

    PAT

patoyku@gmail.com 
www.facebook.com/pat.oyku







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder