7 Aralık 2015 Pazartesi

Doktor Arı Sütü


Barzani’yi hiç sevmezdi Ferhat. Hatta Iğdır’dayken bize “ Sizi pavyona götürecem, Barzani’nin parasıyla karıya gidecem ulan” diyordu.



Kayısılar o kadar tatlıydı ki kendimi yemekten alıkoyamıyordum. Bagajda çekim malzemeleriyle birlikte iki kasa da kayısı vardı.

-       “Kayısıları Kars’ta satacak mısınız lan?” dedim
-       “Keşke satsam yaw! Bacanağa götürüyoruz” dedi Ferhat.

Biraz daha yersem yolda altıma sıçarım korkusuyla yemeyi bıraktım.

-       “Oğlum bak Zehra’nın yanında küfürlü konuşmayın, sikerim!”

Ben, Haydar ve Ferhat üç gün boyunca bildiğimiz bütün küfürleri defalarca tekrarlamıştık. Yanımızda bir haftadan uzun bir süre kadın olmazsa düzgün konuşmayı unutuyorduk.

Ferhat üniversiteden arkadaşımdı. Iğdır’da oturuyordu ve ordaki çekimler için bize yardımcı olmuştu. Şimdi de eşi ve on iki aylık bebekleriyle birlikte Kars’taki bacanağın yanına gitmek üzere bizimle geliyorlardı.

Günlerdir arabada dinleye dinleye artık nefret ettiğimiz müzik CD’sini takarak Iğdır’dan Kars’a yol almaya başladık.

-       “Müzik rahatsız ediyorsa kapatayım yenge?” dedim
-       “Yok sorun değil, güzel” dedi Zehra
-       “ Ferhatcım senin rahatsız olmanı önemsemediğim için sana sormuyorum!”
-       “Hernepeş şarkısını açsana” dedi Ferhat
-       “Aslında çok güzel CD’lerimiz var da MP3 çalıştırmıyor player”

Arabasında çalınan müziklerden utanan bir adamın telaşı içerisindeydim. Aslında çok güzel bir müzik zevkimin olduğunu ispatlayacak donanımdan yoksundu kiraladığımız araba.

Karsta eğitim fakültesini bitiren Zehra Doğubeyazıt’ta öğretmendi. Zehra okurken Ferhat da Kars’ta çiğköfte dükkanı işletmişti. Kars’taki hatıralarını seviyorlardı.

Temmuzun ortalarındaydık ve çok güzel bir hava vardı. Kars’ı oldum olası merak etmişimdir. Birçok ilde doğa yeşil rengi bırakıp sarıya dönerken Kars hala yemyeşildi. Serin, yeşil bir hava ve bozuk bir yol eşliğinde Kars’a gidiyorduk.

Ferhat HDP’ye oy vermeyen bütün Kürtleri sevmiyordu. Buna AKP’ye oy veren bacanağı da dahildi. Yanlarına da istemeyerek gidiyordu. Yolda bacanağını telefonla aradı,

-       “ Yoldayız. Bir saat sonra Kars’ta oluruz.”
-       “ .......” bir şeyler dedi Bacanak
-       “Evet” dedi Ferhat
-       “……” Nereye geleceksiniz dedi herhalde bacanak.
-       “Merkezde görüşürüz” deyip kapattı Ferhat.

‘Çiğköfte işinin aslında çok karlı bir iş’ olduğu ortak fikrinde buluştuğumuz bir muhabbet dönüyordu arabada. Geride bıraktığımız yarım saatte hep paradan bahsetmiştik. Hepimiz parayı sevmiyorduk, para bir araçtı aslında.

Paradan sonraki favori konumuz siyasetti.

-       “Ferhat, Öcalan(Abdullah) hakkında ne düşünüyorsun abi?” dedim.

Ferhat üniversitedeyken örgüt üyeliği suçlamasıyla iki yıl F Tipi’nde yattığı için fikirlerini merak ediyordum.

-       “İleri görüşlülüğüne hayranım. Ne söylüyorsa çıkıyor. Suriye’nin bu hale geleceğini çok öncesinden söylemişti mesela” dedi Ferhat.
-       “ Dün internetten Mehmet Ali Birand’la yaptığı röportajı izledim. Kürt halkı ben ne dersem yapar, beni ilah gibi görüyorlar gibi şeyler söylüyordu. Buna ne diyorsun?”
-       “Doğru söylüyor.”
-       “ Kendini bu kadar ön plana çıkarması, ölümsüz lider pozları rahatsız edici değil mi? Bırak da insanlar sana bu yakıştırmaları yapsınlar, ki yapıyorlarda.”
-       “Kürt halkı ezik bir halk. Onlara özgüven aşılamak için bunu özellikle yapıyor. Kürt halkı bu özgüvenli, güçlü karakteri seviyor.”
-       “Abi Öcalan’ın göbeğini kaşıdığı bir TV görüntüsü vardı, o neydi öyle ya! Bir lider böyle görünmemeli TV’de” diyerek tartışmayı başka bir yere taşıdı Haydar.
-       “Beni çok rahatsız etmedi. Liderlerin de insan olduğunu hatırlatan bir durumdu bence” dedim.
-       “İşte Kemalist bir bakış açısı, içinizdeki Kemalizm’den kurtulamıyorsunuz” dedi Ferhat Haydar’ı hedef alarak.
-       “ Alakası yok abi Kemalizmle bence o görüntüler hoş değdildi” dedi Haydar.
-       “Bana da tam tersi çok samimi geldi” diyerek Zehra da Haydar’a bir cephe açtı.

Haydar’a arka çıkan olmadığı için ikna olmamış bir şekilde susmayı tercih etti. Tartışma da diğer tartışmalarımız gibi verilen cevapların alakasızlığıyla birlikte başka konulara geçti. 

Ferhat ve Zehra’yı bacanağına teslim ettikten sonra Haydar’la bir otele yerleştik.
Akşam olmuştu. Haydar yemeğe çıktı. Ben de biraz dinlendikten sonra Kars’ta bir akşam gezintisi yapmak istedim. Otelin yakınlarındaki bir çiğköfteciye oturdum. Ferhat’la yaptığımız çiğköfte muhabbettinden sonra canım çekmişti. Çiğköftenin üzerine bir çay içmek için kaldırımda tabureleri olan güzel bir çayocağına oturdum. Hava serindi. Kars serinliğiyle tanışmak beni memnun etmişti. Haziran ayından beri ilk defa üşümüştüm. Yol yorgunu olduğum için otele erken döndüm. Haydar da benden bir yarım saat sonra geldi.

-       “Çıkmadın mı?” dedi.
-       “Çıktım, çiğköfte yedim. Sen?”
-       “Boşver sorma”
-       “Et mi yedin len yine!”
-       “Dayanamadım dalak yedim valla”

Mardin, Diyarbakır,Urfa, Batman, Bitlis, Van, Iğdır, Muş, Ağrı boyunca hep et yemiştik ve her defasında et yememeye yemin etmiştik. Bu yeminlerin hepsi de yemeğin hemen ardından geliyordu. “Ne yapalım etten başka bir şey yok” bahanesine sarılıyorduk her defasında. Et dışında yemek bulmanın zorluğu bir yana götümüz de kaşınıyordu. “Kilo alıyoruz oğlum” ya da “hayvanlar kesilmesin, yazık” gibi uyarılar ve duyarlılıklarımız da bizi durduramıyordu. Dalak ve çiğköftenin rahatsız ediciliğiyle birlikte ertesi sabah kahvaltıda buluşmak üzere uyuduk.

Sabah Haydar’ın gürültüsü ile uyandım. Dolaptan arısütünü çıkarmış yiyiyordu.

-       “Usta artık sağlıklı beslenelim. Yemin ederim yemeyelim artık et. Dikkat edelim kendimize usta, yaş geçiyor bak”
-       “Ulan her sabah aynı muhabbet. Arı sütü ile başlayıp dalak ile bitiriyorsun günü”


Kahvaltıdan sonra dostum Azad Ateş’in bana verdiği telefon numarasını aradım.

-       “Merhaba İsmail'le mi görüşüyorum?”
-       “Ne, kim?”
-       “İsmail ile mi görüşüyorum, telefonunuzu Azad Ateş’ten aldım.”
-       “Azad Ateş mi? He buyrun evet”
-       “Biz Kars’ta çekim yapıcaz da bize yardımcı olabileceğini söyledi. Nerdesin sen abi?”
-       “ Başım gözüm üstüne abi. Ben Dağpınar’dayım. Siz nerdesiniz?”
-       “Biz Kars Merkez’deyiz. Bu tarafa gelecek misin, ya da biz mi oraya gelelim?”
-       “ Siz mi geleceksiniz, ben geleceğim ama araba gelecek birazdan, siz buraya mı geliyorsunuz şimdi, ben gelince siz nerdesiniz?...”
-       “Abicim bence sen yerinden ayrılma. Biz senin yanına gelelim. Dağpınar’a gelince arayalım seni”
-       “Tamam abe.”

Dağpınar Kars Merkez’e en yakın ilçeydi. İsmail ile ilk görüşmemiz beni tedirgin etmişti. Program için lazım olan röportajları ayarlayabilecek biri gibi gelmemişti bana ama bir yerden başlamak gerekiyordu.

Ferhat aradı. “Kars’tayım siz nerdesiniz?” diyordu. Buluştuk. Bacanaktan kaçması için bahane olmuştuk ona sanırım.

Ben, Haydar, Ferhat sıkıcı müzik CD’si ve küfürlerle Dağpınar’a doğru yol aldık.

-       “Bacanak sevdi mi kayısıları?”
-       “Kayısı mı görmemiş sanki, herkes senin gibi mi”
-       “Bir kasayı da bize bıraksaydın amk. Bacanak sevdalısı bir adam oldun çıktın.”
-       “Onun ben amk.”

Dağpınar’ın girişinde İsmail karşıladı bizi. Sakallı, zayıf, çirkin ama gariban bakışları onu güzel gösteriyordu. Arabaya aldık, bize evini tarif ediyordu.
Dağpınar’a ilçe demek zordu, büyük bir köy diyebilirdiniz. Arabada giderken,

-       “ Bu arada yemek yemediniz inşallah abe?” dedi İsmail.
-       “ Yeni yedik abi Allah razı olsun”
-       “Valla bak, hazırlayalım hemen”
-       “Sağolasın vallahi yeni yedik.”

Evin önüne geldik. Kapının önünde bir kalabalık belirdi. İsmail’in annesi “Kürt televizyoncular geliyor”u duyunca hemen kafasına sarı-kırmızı-yeşil’i bağlamıştı. Minik bir karşılama töreni hazırlamışlardı bizim için. O kadar değer verdiler ki utandım. “Bu kadar değerli adamlar değiliz, gerek yok bunca şeye” sözü içimde patlayacaktı neredeyse.

İhtiyarların elini öptük. Bize sarıldılar. Çoluk çocuk bir sürü kişiyle selamlaşarak salona doğru gidiyorduk. Sonunda oturabildik. Nene yanıma oturmuştu. Çok sevimli bir ihtiyardı. Sarı-kırmızı-yeşil bayram çocuğu gibi gösteriyordu onu. Dede de iyi adamdı. Sordu;

-       “Aç mısınız, yemek hemen gelsin mi?”
-       “Yok dayı ne yemeği hiç zahmet etmeyin, yedik biz”
-       “Ne olacak, hazırlanana kadar acıkırsınız yine”

Dakikalarca ona aç olmadığımızı ve acelemiz olduğunu anlatmaya çalıştım. Derken İsmail lafa girdi.

-       “Abi bak gerçekten hazırlayalım”

Yeter amk! Misafirperverlik değildi bu. Bir çeşit sabır testiydi. Misafiri memnun etmenin tek yolu ona yemek vermek miydi? Aç olmadığımıza neden ikna olmuyorlardı? Tamam iyi insanlardı ama biz aç değildik. Tok bir misafiri nasıl memnun edeceklerini bilmiyorlardı.

İçeriye iki çocuk girdi. Elimizi öpmek istediler ama izin vermedik.

-       “Fesih’imin çocukları. Küçüğü aynı babasına benziyor.” Dedi nene.

Fesih İsmail’in cezaevindeki abisiydi. Aynı zamanda Dağpınar Belediye Başkanı’ydı. Belediye başkanını siyasi sebeplerden tutuklamışlardı.

-       “Git babanın yaptığı resmi getir amcalara göster bakalım” dedi nene.

Küçük çocuk babasının cezaevinde çizdiği resmini getirdi. Fesih çocuğunun vesikalık resmini çizmişti. Çocuk karşımızda resimle öylece dikilmişti. Nene de ağlak gözlerle resme bakıyordu. Acıklı bir sahneydi. Fesih kötü bir ressamdı. Çocuğun boynunu tuhaf çizmişti. Çocuk öyle sarılmıştı ki tabloya onun için dünyanın en güzel resmiydi.

İçeriye genç bir kadın girdi.

-       “Gel Haticem otur, güzel Haticem” dedi nene.

Hatice Servet’in eşiydi. Servet de siyasi tutukluydu. İsmail’in bir küçüğüydü. Servet’in de bir kız çocuğu vardı. Servet ve Fesih’in hatırı sayılır bir yatarı vardı hala içerde. Kötü etkilendik. Çekim için gelmiştik ama bir trajedinin içinde bulduk kendimizi.

İsmail sordu,

-       “ Sen çekim var diyordun abe.”
-       “Ya evet. Kars ilini tanıtacaz da bize röportaj yapabileceğimiz birileri lazım. Tarihçi, yazar, avukat, doktor, fotoğrafçı …vs”

Sıralıyordum ama İsmail’in bana öyle bir bakışı vardı ki adeta “kime ne anlatıyon amk” bakışlarıydı. Bu bağlantıları bulabileceğine inanmıyordum. Hayvancılıkla uğraşan bir köylüydü. İlgi alanı değildi.

Beş bardak çayla zor kurtuldum ellerinden. Eliaçık bir aileydi. Vedalaşıp arabamıza bindik. İsmail arabanın camına yaslanıp,

-       “Abi bir şey yemediniz, vallahi olmadı” dedi.

Yol boyunca bir süre konuşmadık. Sessizliği ilk ben bozdum,

-       “Bir daha ‘Kars’tan adam çıkmaz’ diyen olursa sikecem” dedim.
-       “Abi ben çok kötü oldum ya” dedi Haydar
-       “Kürt halkının çoğu böyle işte. Vefakar insanlar” dedi Ferhat.

Öğlen olmuştu ama henüz hiçbir şey çekememiştik ve tek bağlantımız da işimize yarar biri değildi. Ferhat bizi HDP il örgütüne götürdü. Eski bir pasajın üst katındaydı. İçerde Ellili yaşlarında bir adam ve bir iki genç vardı. Televizyonda Kürtçe bir haber kanalı açıktı. Duvarlar ölen partililerin fotoğraflarından görünmüyordu. Çok fotoğraf vardı. Gençlerin fotoğrafları vardı, orta yaşlıların fotoğrafları vardı, kadınların fotoğrafları, erkeklerin fotoğrafları, çocukların fotoğrafları…

Ferhat söze girdi:

-       “Biz Kars’ı tanıtan bir belgesel yapıyoruz. Bize Kürtçe röportaj verebilecek birileri lazım.”
-       “Kimin kanalı bu” dedi adam.
-       “Güney Kürdistan kanalı”
-       “Tamam da kanal kimin?”
-       “Barzani’nin” diye söze girdim.
-       “Biz Barzani’nin siyasetini doğru bulmadığımız için ona röportaj vermek istemiyoruz” dedi adam.
-       “Bu siyasi bir program değil, Kültürel”
-       “Farketmez, Barzani’nin politikaları yanlış.”
-       “Barzani yanlış politikalar yapıyor evet ama bu program öyle bir şeye hizmet etmiyor biz…”  diyerek uzun uzun adama bir şeyler anlatan Ferhat onu çekime ikna etmeye çalışıyordu.

Adam on beş-on altı yıl cezaevinde yatmıştı ve çok sertti. Aslında Ferhat da onun gibi düşünüyordu ama biz dostuyuz diye adamla aynı görüşü paylaşmıyormuş gibi davranıyordu. Barzani’yi hiç sevmezdi Ferhat. Hatta Iğdır’dayken bize “ Sizi pavyona götürecem, Barzani’nin parasıyla karıya gidecem ulan” diyordu.

Haydar Kürtçe bilmediği için tartışmaya katılamamıştı. Yüzündeki sivilceyle oynayıp çay içiyordu. Acıkmışa benziyordu. Arı sütü etkisini çoktan yitirmişti.

HDP’den de bir şey çıkmadı bize. Karnımız acıkmıştı. Yemek için bir yere oturduk. Sulu yemekler olmasına rağmen Haydar’la göz göze geldik ve yine et istedik. Bir bok olmazdı bizden. Et yememeye yemin eden etoburlardık. Ferhat’ın ise et yemek konusunda en ufak bir tereddütü yoktu. Karışık kebap istedi. 

Yemekten sonra Ferhat eve gitmesi gerektiğini söyledi. Bütün gününü bize ayıramazdı. Bir ailesi ve bacanağı vardı. Vedalaştık gitti. Giderken “Belki yarın da gelirim” dedi.

Haydar’la göt gibi ortada kalmıştık. Şimdiye kadar gittiğimiz her yerde bize rehberlik eden birileri olmuştu. Kürtçe konusunda en sıkıntılı yer de Kars çıktı. Kürtler iyi derecede Kürtçe konuşamıyordu burda. İyi Kürtçe konuşanlar daha çok köylülerdi onlar da bizim işimize yaramıyordu.

Kürtçe konuşmalar duyduğumuz bir kahveye oturduk. Bir masaya selam verdik. Tanıştık, çay içtik, sohbet ettik, derdimizi anlattık. Masada beş altı kişi vardı ve bizimle çok ilgilendiler. Hepsi yardımcı olmak istiyordu. Kahvenin sahibi Şehmuz abi,

-       “Peynirci Mehmet’i çekebilirsiniz, Kürtçesi de çok iyi. TRT Kurdi’ye çıkıyor hep”

İyiye işaret gelişmelerdi bunlar. Şehmuz abiyle yakında bulunan peynirciye gittik. Mehmet abiyle tanıştık. İlgilendi bizimle. Çekim için yarına randevu verdi. Bir röportaj ayarlamıştık sonunda.

Şehmuz abiye,

-       “Kürtçe bilen, turizm üzerine konuşabilecek birilerini tanıyor musun abi? Otelci olabilir, turist rehberi olabilir”

Şehmuz abi birkaç otelcinin telefonunu verdi. Aradım ama programın Kürtçe olduğunu duyunca korkup çıkmak istemediler. Korkuyoruz demediler ama bir daha telefonlarıma çıkmadılar.
İlk gün hiçbir şey çekemeden bitmişti neredeyse. Sadece biraz şehir detayı çekebilmiştik.

Haydar akşam finalini ciğer tavayla yaptı. Uyumadan önce aynada göbeğine baktı:

-       “Sikerim böyle işi. Usta bak valla yemeyelim. Sen yemesen ben de yemem”
-       “Kapat ışığı uyuyalım amk.”

Haydar çok kötü horluyordu. Ondan erken uyanmama sebep oldu. Tuvaletten çıktığımda onu arı sütü yerken buldum.

Kahvaltıya indik. Kahvaltıyı ekmeksiz yiyen Haydar sağlıklı beslenme üzerine bir şeyler anlatıyordu.

-       “Usta bak ben uygulamayabilirim söylediklerimi ama bana inan. Lakabım doktor benim arkadaşlar arasında.”

Doktor Haydar’la peynirci Mehmet’in yanına gittik ama dükkanda yoktu. Oğlu bakıyordu yerine. Babasını sorunca:

-       “Babam bugün geç gelir, Fabrikaya gitsinler orda Latif konuşur onlara dedi”

Oğlu bize Fabrikayı tarif etti. Gittik. Latif orda değildi. Aradık, merkezdeymiş. Merkezde Latif’i zar zor bulabildik. “Kürtçem iyi değildir benim” dedi. Beynim dönmeye başladı. Kars belamızı sikmişti. Herhalde bir tane bile röportaj alamayacaktık.Tekrar Peynirci Mehmet’in yanına gittik. Dükkandaydı. Zorla röportaja ikna ettik. Çok güzel bir röportaj oldu da biraz moralim düzeldi.

Ferhat aradı. Bugün gelemeyecekti. “Bacanak kaz kesti bize, bırakmıyor. Başınızın çaresine bakın!” dedi.

Tekrar kahveye gittik. Bizim ekip yine ordaydı. Bize çay ısmarladılar. Eski siyasi olaylardan sohbet açıldı. Çok sıcak bir ortamdı. Bize başka isimler de söylediler. Yine birçok röportajımız iptal oldu ama güç bela dört günde işimizi bitirebildik.

Son gün kahvedekilerle vadalaşacaktık ama kahvede değillerdi. Kobane’den bir gerilla cenazesi gelmişti Ardahan’a. Şehmuz abi,

-       “Cenazeyi karşılamaya gidecez” demişti.

Haberlerde Kars’tan Ardahan’a giden dolmuşun askerler tarafından tarandığı söyleniyordu. Şehmuz abiyi aradım.

-       “Biz iyiyiz ama bir arkadaş ağır yaralandı” dedi.

Olaylardan ötürü yüzyüze vedalaşamadık. Zaman kaybetmeden Kars’tan Diyarbakır’a doğru yola çıktık. Yolumuz uzundu.

Dağpınar’dan geçerken birden karnımın aç olduğunu farkettim. Telaştan öğle yemeğini yemediğimizi hatırladım.

                                                                                                8 Aralık 2015      PAT

patoyku@gmail.com 

www.facebook.com/pat.oyku


3 Eylül 2015 Perşembe

SAYIN SİTE SAKİNLERİ!


“Apartmanın girişinde site yönetiminde bulunanların fotoğrafları asılıydı. Bugün bu fotoğrafların çoğu değişecekti. onları sandığa gömmenin zamanı gelmişti.”



Kapı çalındı. Akşam akşam kimseyi beklemiyordum. Kapıya gidene kadar ki geçen beş saniyede kapıda kimlerin olabileceğine dair bir tahminde bulunamadım. Kapıyı açtım:

-       “Merhaba komşu biz alt komşunuzuz hatırladınız mı? Daha önce de gelmiştik.”
-       “Evet hatırladım, buyurun”
-       “Bu cumartesi seçim var, yönetici seçiyoruz biliyorsunuz, biz de adayız, kendimizi tanıtmak istedik”
-       “Eyvallah ama ben katılamayabilirim. Vekaletnamemi kapıcıya verdim.”
-       “Aman komşu ne yaptın! Gelemiyorsan da vekaletname verme. Kapıcı vekaletnameleri yönetime veriyor yönetim de kendi adamına oy veriyor. Bizim yönetimde olmamızı istemiyorlar.”
-       “Niye?”
-       “Hesap soruyoruz da ondan. Bir sürü aidat toplanıyor, ne oluyor bu paralar. 21.yy’da yaşıyoruz şu apartman girişinin haline bak!”
-       “Ne var ki girişinde(ben bir kusur bulamıyordum)”
-       “Olur mu ne var komşu, saçma sapan bir malzeme kullanılmış. Kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz”

Yönetici adaylarımızın 21.yy’dan beklentileri çok fazlaydı anlaşılan. Apartman girişi de gayet güzeldi bence. Ya da çok güzel olmasa bile seçim kampanyasına malzeme olabilecek kadar kötü değildi.

-       “Yönetim güzel işler de yapıyor aslında; asansörleri değiştirdi, jeneratör getirdiler, sitenin girişi değişti…”

Tüm bu hizmetler evimizin değerini de arttırıyordu. Site sakinleri olarak çok memnunduk bu durumdan. Herkes kafadan evinin üstüne bir elli bin daha ekliyordu. Site yönetimine karşı henüz beni kazanamamış olan komşularım devam ediyordu.

-       “Ya komşu Allah aşkına ne yapmış bunlar. Kaç trilyon para geçiyor ellerine yaptıkları hizmet ne var?”

İki kişilerdi. Bu son konuşan kırklı yaşlarının başındaydı. Saçları dökülmemiş ama beyazları fazlaydı biraz. “Erhan” diye çağrılıyordu. Diğeri de ellili yaşlarının ortalarındaydı.  Ama beyazları daha azdı. Çünkü saçları yok denecek kadar vardı. “Sabri” deyince dönüp bakıyordu. Sabri söze girdi:

-       “Mesela yaşlılarımız asansör beklerken yoruluyorlar ve oturacak bir yerleri bile yok. Asansörün önüne bank gibi bir şey yapılamaz mı yani!?”

Sabri baklayı ağzından çıkarmıştı. 21.yy’ın projesi buydu demek. Ama bu projeyle evimizin değeri elli TL bile artmazdı.

-       “Haklısınız.” Dedim.
-       “Komşu seçime gel. Gel ve bize oy verme, ama gel. Sen kullan oyunu. Ya da gelemeyeceksen de bize de vekaletname ver ki diğeri iptal olsun”
-       “Gerek yok, seçime geleceğim”

İyi akşamlar dileklerinde bulunduktan sonra daha ben kapıyı kapatmadan karşı komşumun ziline bastılar. Kapımı kapattım. Kapının arkasından sesleri geliyordu: “Mesela ihtiyarlarımız…”

Kapıcıya vekalet vererek hata etmiştim. Sorumlu bir vatandaş hareketi değildi. İrademi yönetime yalakalık yaparak geçinen kapıcıya teslim etmiştim.

Kapıcı her boka burnunu sokuyordu. Yönetimin gözüne girebilmek için seçime gelemeyen herkesten vekaletname alıyordu. Topladığı tüm vekaletnameleri kendisi için kullansa site yöneticisi olabilirdi.

Tüm bu olayların gölgesinde site seçime gidiyordu. Seçim saati yaklaşmıştı. Toplantıya gitmek üzere evden çıktım. Apartmanın girişinde site yönetiminde bulunanların fotoğrafları asılıydı. Bugün bu fotoğrafların çoğu değişecekti. Evlerimizin değerlerini yeterince arttıramamışlardı ve onları sandığa gömmenin zamanı gelmişti.

Toplantı salonunun önüne geldiğimde gözlerim Erhan-Sabri ikilisini aradı. Kapının önünde küme küme insanlar vardı ve en kalabalık küme Erhan-Sabri ikilisindeydi. Ortamda gergin bir hava vardı. Dananın kuyruğu kopacaktı bugün.

Salona geçtik. Salon dediğime bakmayın. Apartmanın bodrum katında penceresiz bir yere topladılar bizi. Toplantı zamanları dışında depo olarak kullanılıyordu. Biz daire sahiplerine böyle bir salonu uygun görenlere daha fazla ne kadar tahammül edecektik.

Kalabalığa hitap eden masada üç kişi oturuyordu. Üç takım elbiseli adam. Yönetici,yardımcısı ve bir yazıcı. Yazıcı isminin hakkını verircesine sürekli bir şeyler yazıyordu önündeki deftere. Yönetici söz alarak:

-       “Yöneticilerin seçim toplantısında olmasını istemeyenler el kaldırsınlar” dedi.

Herkes el kaldırdı. Bir şey anlamadan topluluğa uyarak ben de elimi kaldırdım. Site yönetimi de sadece Yazıcı’yı bırakarak biz rahat rahat oyumuzu kullanalım diye salondan çıktılar. Doğru olanın da bu olduğunu düşünüyordu onlar da.

Yöneticiler çıktıktan sonra seçimi başlatmak için bir avukat girdi içeri. Yazıcı’nın yanına oturdu. Yazıcı yazmaya devam ediyordu. Yazıcı değil de “Sikici” olsa adı iki günde kurur ölürdü.

-       “Kaç kişi varız, gelmeyenler var mı?” dedi avukat.
-       “Evet gelmeyenler var henüz, biraz daha bekleyelim, daha gelecek olanlar var” dedi kalabalık.
-       “Tamam, peki. Adayların hepsi burda mı,kimler aday?”

Adaylar kendilerini avukata tanıttılar. Üç adayımız vardı. Erhan, avukata:

-       “Daha önce vekaletname verip de şimdi gelmiş olanlar var, onların vekaletnamelerini iptal edelim lütfen”
-       “Kim var?” dedi avukat.
-       “Ben varım.” Dedim.
-       “Vekaletnamesini verin,yırtsın” dedi Erhan.
-       “Vekaletnamesi yönetimde, bizde değil, yönetimden alıp iptal edin lütfen” dedi bana avukat.

Dediğini yapmak için ayağa kalktım ama salondan birisi

-       “Gerek yok kağıdını almaya, zaten oy kullanırsa vekaletname otomatikman iptal olur” dedi

Diğerlerinden de onaylayıcı sesler duyunca oturdum yine. Yazıcı ilk defa yazmayı bırakıp :

-       “ Hayır olur mu öyle şey, ikisi de iptal olur o zaman, git al vekaletnameni” dedi.

Senli-benli konuşmalara takılmam ama bu tırtonun bu şekilde emir verir gibi konuşması hoşuma gitmemişti. Ağzımda sakızla etrafa verdiğim özgüvenli duruşum yara almıştı. Bir oturtup bir kaldırıyorlardı beni:

-       “Nerde abicim benim vekaletname şimdi?”

Sert çıkmıştım. Bir sonraki cümlem “Sikerim seçiminizi”ydi. Neyse ki tehditin farkında olan yazcı yumuşak bir tonda vekaletnamemin yöentimde olduğunu söyledi.

Yönetim odasına girdim. Kısa, kabarık, sarı saçlarıyla elli beş yaşlarında bir kadın karşıladı beni. Vekaletnamemi istedim.

-       “Vekaletnameniz burda değil, toplantı salonundaki arkadaşlarda” dedi sarı saçlı kabarık.
-       “Hayır, onlarda değil, buraya yönlendirdiler” dedim sıkılmış ve tehditvari bir ses tonuyla.
-       “O zaman bir başkanın odasına bakın” dedi

Ne oluyordu amk. Ne yönetiliyordu burda. Ulan bu ibneler vekaletnamemle kredi mi çektiler yoksa, adam vurup kimliği mi kullandılar, insan kaçakçılarına satıp sahte pasaport mu çıkarmışlardı… vekaletnamem nerdeydi?

 Başkan ve yardımcısı odada oturuyordu. Vekaletnamemi istedim. Çıkarıp verdiler. Hele şükür!

Benimle çok ilgilendiler. Başkan:

-       “Sizinle daha önce tanışmış mıydık? Ben site başkanı. Lütfen ara sıra gelin çayımızı için”

Bu arada içeriye bir adam girdi.

-       “Sami Bey’de sizin yönetici adayınızdır. Biz yönetim olarak kendisini destekliyoruz, içerdeki arkadaşları desteklemiyoruz.” Dedi başkan.

Ne işler çeviriyordu Başkan. Önce kapıcı şimdi de bşkan irademi esir almaya çalışıyordu.

Sami Bey benim de bir oy olduğumu görünce ilgilenmeye başladı.

-       “Komşu kaç numarada oturuyorsun sen ya, daha önce görmedim seni. Gel içeri geçelim”

Beyaz kumaş pantolon altındaki kahverengi ayakkabısı ve üzerindeki rengarenk tişörtüyle bende iyi izlenimler bırakmayan Sami Bey’in ihtiyarlar için bir bank düşünebilecek ince ruhta birisi olmadığı da belliydi.

İçeri geçtik. Sami Bey yanıma oturmak istedi ama ben kendisinden birkaç sandalye öteye kaçabildim. Sol yanımda takım elbiseli ellili yaşlarda bir adam oturuyordu. Siyah takım elbisesinin üstünde aşağıya doğru uzanan beyaz çizgiler vardı. İbrahim Erkal style.

Daha gelecek olanlar vardı salona. Bu bekleme sırasında daire sahiplerinden bazıları avukata bir şeyler danışıyordu. Birisi;

-       “Avukat Bey toplanan aidatları herkes kendi apartmanına harcasa olmaz mı? Apartmanımızla ilgili kararları kendimiz almak istiyoruz. Kendi apartmanımıza yapacağımız bir değişiklik için niçin diğer apartmanların da onayını bekleyelim.” dedi.

Soruyu soran arkadaş da Erhan ve Sabri ikilisnden yanaydı.  Dairesinin değerlenmesini istiyordu. Hepimiz istiyorduk doğrusu. İçerdeki havayı koklayınca bizi korkunç bir tablonun beklediğini düşündüm. Bu hırsla dairelerimizin fiyatlarını o kadar uçuracaktık ki daireleri satın alabilecek birilerini bulamayacaktık.

Gelecek olanların hepsi gelmişti sanırım. Gelmedilerse bile başlayacaktık artık.
Çünkü sıkılıp:

-       “Daha ne kadar bekleyeceğiz, Geçen başbakan seçiminde beş dakikada oy kullandım, iki saattir burda bir seçim yapamadık” şeklinde espri soslu bir eleştiri yaptım.
-       “Kimde vekaletname varsa bize versin.” dedi avukat.

Erhan ve Sabri ikilisi kapıcının vekaletname aldığı kişilerden tekrar alarak öncekilerinin iptal olmasını sağladılar. Sami Bey çıldırdı tabi:

-       “Kardeşim ben bu adamlardan vekaletname aldım, siz nasıl gidip alıyorsunuz bir daha. Bravo komşu bravo. Demek böyle yapıyorsunuz” dedi Sami.
-       “Nerde sen aldın ya! Kapıcıya aldırmışsınız, istediğiniz gibi imza atmışsınız” dedi Erhan.
-       “Bırakın böyle palavraları. Bravo size bravo.”

Çıldırmıştı Sami Bey. Bağırıp duruyordu. Salondakiler,

-       “Tamam kardeşim neden bağırıyorsun, normal tartışsana, sakin ol” şeklinde seslenseler de kimseyi duymuyordu Sami Bey. Bir komployla karşı karşıyaydı.

-       “Vekalet veren isimlerin aranmasını talep ediyorum daha sonra “ dedi beyaz çizgili takım elbiseli adam. O da apartman yöneticisi adaylarındanmış.

Bir şekilde Sami Bey’i yatıştırdık. Çift vekaletnameler ayıklandı. Arada bir tane fakslı vekaletname çıktı.

-       “Fakslı vekaletname kabul ediyor muyuz ki?” dedi avukat.
-       “Hayır, geçen hafta kabul etmiyoruz demiştiniz” dedi Sabri
-       “Ne demek kabul etmiyorsunuz, Adam burda değil kardeşim. Oy hakkı yok mu onun? Sahtekar mıyım ben? Böyle mi komşuluğunuz sizin?” gibi kontrolsüz savunmalar ve çırpınışlarda bulundu Sami Bey.

Fakslı vekaletname Kabul edilmedi. Herkes artık seçime geçmek istiyordu. Salondakilerden birisi:

-       “Adaylar önce kendilerini bir tanıtsınlar kısaca. Kim, kimdir öğrenelim “ dedi. Başka biri de;
-       “Bence önce seçim yapalım sonra adaylar kendilerini tanıtsınlar” dedi.

S……….e……….s…………s………..İ…………z……….l……….i………..K………………………………

Bu öneriyi yapan adam da muhtemelen genel seçimlerde oy kullanmıştı. Bu adamla aynı apartmanda yaşıyordum. Dairemin değerini düşürüyordu varlığı. Allah’tan kimse önerisini desteklemedi ve adaylar kendilerini tanıttılar.

Seçime geçildi ve seçimi Sabri kazandı. Sami Bey’den duman çıkıyordu.

Şimdi Yöneticinin yanına bir de denetmen seçilecekti.

Salondakiler Sami Bey’e

-       “Sen de denetmen ol” dediler.
-       “Ne denetmeni ben kimseyi denetlemem” dedi Sami Bey
-       “Siz olun o zaman” dediler Çizgili takım elbiseliye
-       “Ben kimsenin davulunun tokmağı olmam” dedi.

Hepsi sadece başkanlık için yaratılmış insanlardı.
Seçim bitti. Dağıldık.

Sitemize, apartmanımıza hayırlı olur inşallah.


03.09.2015        PAT
patoyku@gmail.com 

www.facebook.com/pat.oyku