25 Haziran 2014 Çarşamba

Makarnalı İskender

              “ Kız kaçırmayı da beceremiyor bu hayvan” dedi Ramazan abi “Neden kaçırıyor, vermiyorlar mı”, “İstemiyor ki vermesinler. Nasıl olsa vermezler deyip kaçırıyor.”

            Çekmeyi düşündüğüm film için terası olan yoksul bir eve ihtiyacım vardı. Ramazan abi “Birader rahat ol, bizim Mustafa’nın yeri tam senin istediğin gibi on numara terası var” dedi.

            Ramazan abi elli yaşına merdiven dayamış biriydi. İçki içmediği günü yaşamamış sayıyordu. Özlü laflar etmeyi çok severdi “ Ne kadar direnirsen diren değişmez sana giren. Götümüze yılan kaçmış çıkaran yok” gibi umutsuz, arsız bir felsefeye sahipti. Mutsuz bir adamdı diyemem. Arkadaşlarıyla içip eğleniyordu her daim. İçki dönüşü eşiyle kavgalarında tanışıyordu mutsuzlukla. Aynı zamanda çok iyi bir tavla oyuncusuydu. “Bir tek acemilere yenilirim, ne oynayacakları belli değildir çünkü” derdi. İşsiz kaldığı dönemlerde evi tavla iddialarından kazandığı parayla geçindiriyordu.

            Ramazan abiyle birlikte Mustafa’nın evine gittik. Yanımızda film ekibinden Davut da vardı. Davut rahat ve steril bir hayattan geliyordu. Çok az şey ilgisini çeker ve bağlama sesinden nefret ederdi.

            Mustafa’nın evi müstakil yüksek girişli bir evdi. 1+1 olan ev çok küçüktü. Gerçi Mustafa ve kardeşi yalnız yaşadıklarından çok da küçük sayılmazdı. Onlara yetiyordu ev. Bir oda, odanın önünde mutfak ismini haketmeyen küçük bir tezgah  ve hem banyo hem de tuvalet olarak kullanılan küçük bir yerleri vardı.

            Mustafa çok misafirperverdi. Bizi ağırlamaktan çok memnun görünüyordu. Ramazan abi “Mustafa on numara çocuktur. Biz her akşam arkadaşlarla burda içeriz” diyerek Mustafa’yı onore etti. “Ne içersiniz, çay, kahve?” diye sordu Mustafa. “Çay” dedi Ramazan abi hepimizin adına “Kahveden nefret ederim. Çay ve biradan başkası yalan. Su da içmem” diyerek sağlığı hedef alan sözler sarfediyordu. “Ben çay içmiycem” dedi Davut. “Kahve vereyim”, “yok, bir şey içmiycem” diye ısrar etti Davut. Ketıl’da su kaynatıldıktan iki dakika sonra çayım önümdeydi. Çay kaşıkları olmadığı için yerine çatal verdiler. Davut’un kaygılı bakışları eşliğinde çayımdan ilk yudumu aldım. Davutun “ O bardaktan nasıl içersin” bakışları eşliğinde çayımı bitirdim. “Dolduruyum mu?” dedi Mustafa “Hayır”, “Yeni demledim,sıcak” “Sağol almıyım, ziyade olsun”

            Davut hiçbir şey istemeyerek ayıp etmişti ama haksız da değildi. Oda berbat bir durumdaydı. Yerde korsan CD ve kirli iç çamaşırların olması ev sahibini rahatsız etmiyordu. Odanın köşesinde duran bir masayı mutfak kabul ediyorlardı. Masanın üstü karman çormandı. Kirli-temiz bulaşıklar, çay, patates, yumurta kabukları, tencere, ketıl vs. Çok amaçlı bir masaydı yani. Ben daha önce şantiye koğuşlarında kaldığım için fazla yadırgamıyordum ama Davut için endişeleniyordum.  

            “Aç mısınız?” diye sorarak misafirperverliğini geliştiriyordu Mustafa. Bu sefer ben de hayır deme cesaretini gösterdim. “Çok iyi yumurta yapar. Kendi tavuklarının yumurtası, burda terasta bir sürü tavuk ve horoz yetiştiriyor” diye lafa karıştı Ramazan Abi. Aslında biraz açtım ama tavanın durumu içler acısıydı. Mustafa da açtı ve kalkıp tavaya beş yumurta kırdı. Mustafa, Ramazan abi ve Mustafa’nın kardeşi yumurtaya dadandılar. Her ne kadar benle Davut’a ısrar etselerde aç olmadığımıza ikna ettik onları. Adamlarda akbabanın bağışık sistemi vardı.

            Mustafa tam bir tavuk hayranıydı. Terasında bir sürü tavuk besliyor ve Facebook sayfası tavuk fotoğraflarıyla doluydu. Otuzlu yaşlarında genç biriydi. Tavuk dışında ilgi duyabileceği birçok şey varken o tavukları seçmişti. Tavukları kesmiyor sadece yumurtalarını yiyiyordu. “Üç öğün yumurta yesem bıkmam” diyordu ve yiyiyordu da. Ramazan abi methiyeler diziyordu Mustafa’nın tavuk aşkına ama bir iki defa tavuğunu çalmıştı. “Sarhoştum birader, çok da acıkmıştık. Ben kesmedim ama Nurettin kesti. Ben sadece mangalı yaktım. Ama tavuk yenmez mi birader. Doğanın kanunu bu. Ne demişler dünya döner, saplar döner, bu yarrak bir gün gelir sende biter.” diye çılgın felsefesiyle destekliyordu Mustafa’ya yaptığı ihaneti.

            Mustafa hasta birine benziyordu. Ensesinde ve yüzünde bir sürü et beni, kafasının bir çok yerinde de saçkıran ve kırmızılıklar vardı. Ayrıca bir gözü de bembeyazdı, görmüyordu. Gözünü kaybetme hikayesi de normal bir hikeye değildi. Tamircide çalışırken arkadaşı şaka amaçlı tornavidayı Mustafa’ya atınca gözüne saplanmış. Tornavidayı atan arkadaş acaba daha önce kimleri güldürmüştü böyle. “Annesi hamileyken sakatat yemiş ve ellerini vücuduna silmiş. Annesi ellerini neresine sürdüyse Mustafa’nın vücudunda aynı yerlerde izler ve et benleri var” diyerek trajediyi boyutlandırdı Ramazan abi.

            Mustafa’nın ilgisi sadece tavuklara değildi. Evde beslediği beş de kuşu vardı. Kuşlar tavana asılı beş kafeste yaşıyordu. Yalnız kuşlar da sahipleri kadar ilginçtiler. Kuşları göremiyorduk çünkü kafesler bezlerle örtülüydü. Karanlıkta yaşayabilen kuşlarmış bunlar. Evet, kafeslerin hepsi örtülüydü ve kuşları göremiyorduk. İnsan niye böyle bir kuş türü beslesindi ki. Kendi filmimi unutup Mustafa’ya odaklanmıştım. “ Çok hayvanseverdir Mustafa. Beş on senedir buraya gelirim daha hiç görmedim bu kuşları. Belki de ölmüşlerdir kafeste. Aslında çok değerli kuşlar bunlar. Sadece Amazonlarda varmış. Getirecen Amazonlardan satacan Eminönü’nde” dedi Ramazan abi son yumurta lokmasını ağzına atarken.

            Anne babası çok erken yaşta ayrılmış Mustafa’nın. Daha doğrusu annesi başkasına kaçınca baba da alkole kaçmış. Ayyaş bir babanın elinde kardeşiyle birlikte büyümüş. Mustafa’nın kardeşi ise dramı büyütmekten başka bir işe yaramıyor. Daha önce başarısız olan iki kız kaçırma olayına girmiş. “ Kız kaçırmayı da beceremiyor bu hayvan” dedi Ramazan abi “Neden kaçırıyor, vermiyorlar mı”, “İstemiyor ki vermesinler. Nasıl olsa vermezler deyip kaçırıyor. Mahallede yakaladı bunu kız tarafı, dövmeye kalktılar ama engel olduk. Bana öyle bakma ben adamı bir sikerim boş trende ayakta gider” Ramazan abinin yediği yumurtalar gaz yapmıştı herhalde.

            Mustafa’nın mekanı her ne kadar pis de olsa samimi bir yerdi gerçekten.Ramazan abi gibi bir kaç adam daha vardı ekiplerinde. Akşamları buraya doluşup içerlermiş. “ Bir de bir yemeğimiz var sorma. Makarnanın üstüne bol sarımsaklı yogurt döküp kaşıklarla bir dalıyoruz göreceksin, iskender kebap gibi oluyor tadı. Bir gün gelin size de yaparız” diye centilmence bir davette de bulundu Ramazan abi.

          Mekanı beğenmiştik. Çekim için Mustafa ile anlaşıp ayrıldık ordan. Tam kapıdan çıkarken bir kopek havlamasıyla Davutla ikimizin ödü koptu. “Korkmayın, Mustafanın köpeği, bağlıdır” dedi Ramazan abi. Köpek diyordu ama bir canavardı aslında. Neyi koruyordu bu pitbull. Tavuk, kız kaçıran kardeş ve karanlıkta yaşayan kuşlara bir de pitbull eklenmişti. Neyle besliyordu bu köpeği. Günde bir kümes tavuk yese doymazdı. “Acayip güçlü bir hayvan. Başka bir köpekle kapıştırdık bir gün parçaladı köpeği. Bizimkinde de yaralar vardı ama bana mısın demiyordu. ‘İbnenin götüne çivi çakmışlar, tıkırtı nerden geliyor demiş’ hesabı “ dedi Ramazan abi.

           Çekim için güzel bir mekan bulmuştum. Ramazan abiyle vedalaşıp ordan uzaklaştık. Davut’a dönüp “mekanı bulduk güzel oldu” dediğimde “ O çayı içtin amk ya” dedi.
                                                                                                                                       PAT

patoyku@gmail.com 

www.facebook.com/pat.oyku

14 Haziran 2014 Cumartesi

Cenabet Anarşist

“Uzun saçlı sakallı,küpeli birisi içeri girdi. Bitlis-Diyarbakır halk oyunları için gelmiş olamazdı. Zurnacı hiç olamazdı. adı Umut’tu.”

Üniversitede ilk yılımdı. Sadece yurttan birkaç arkadaşım vardı ve daha fazla insanla tanışıp İstanbul’u keşfetmek istiyordum. Hayal ettiğim ortamı bulmak için sabırsızlanıyordum.

            Politik bir okuldaydım. Okul koridorları sol fraksiyonların masaları ve afişleriyle doluydu. İlk defa böyle şeyler görüyordum. Daha önce dershane kantinlerinde popçuların afişlerini görmüştüm sadece. Her şey çok heyecan vericiydi.

            Bir gün okul yemekhanesinin çıkışında sol bir örgütün standına denk geldim. Masanın üstünde iki küçük hoparlörden grup yorumun şarkıları yükseliyordu. Lise yıllarımda bol bol Grup Yorum dinlediğim için hemen ilgimi çekti. Dershaneye gidecek parası olmayan emekçi ailelerin çocuklarına ders verecek gönüllüler arıyorlardı. İşte bu tam bana göreydi.Halkıma olan borcumu ödemek için karşıma çıkan bir şanstı.Vurun Kahpeye romanındaki aydınlığı temsil eden idealist kahpeydim. Bir form doldurdum. Seni arayacağız dediler.Hem toplumsal bir görevi yerine getirip halkıma olan borcumu ödeyecek hem de hayal ettiğim gibi devrimcilerle tanışacaktım.

              ‘Öğleden sonra  saat 2’de Öğrenci Kültür Merkezi Halkbilim Kulübü’nde toplanıyoruz’diye bir telefon aldım. Beklediğim çağrı yapılmıştı. Saat 2’de Halkbilim Kulübü’ndeydim.İçerisi otantik bir zevkle döşenmişti.İlk gözüme çarpan duvara asılı saz ve kilim olmuştu.Beni karşılayan Samet adında çilli,gözlüklü arkadaşla selamlaştıktan sonra sedirde oturan tombik davulcunun yanına geçtim.Ortam ‘Halk Bilim ‘ismindeki ‘Halk’kelimesinin hakkını veriyordu ama bilime dair bir şey görememiştim henüz. Duvarda ‘Bitlis ve Diyarbakır halk oyunları kayıtları devam etmektedir’yazıyordu. Bunu bilim olarak kabul etmeli miydim acaba?

              Öğrenci Kültür Merkezi’ndeki kulüplerin çoğu siyasetlerin örgütlenme yeriydi.Film çekmek için sinema kulübüne gidip bir kaç ay sonra F tipinde yatmak üzere mahkemeye çıkabilirdiniz. Halkbilim Kulübü de böyle bir kulüptü.

               Samet diğer gönüllülerin de birazdan geleceğini ve Okmeydanı’na gideceğimizi söyledi. Beklerken bir çay ikram ettiler.

                Davulcu dertliydi .Zurnacının ihanetine uğramıştı. Dertli ve kızgın bir şekilde aralarındaki münakaşayı anlatıyordu Samet’e.” Düğünlerde saçılan bahşiş paralarını toplaması için oğlumu da götürüyordum. Zurnacı oğlumun para yürüttüğünden şüphelendiği için mırın kırın etmeye başladı. Açık açık söyleyemiyor ama ima ediyordu. Sonra benim oğlan da gelsin seninki tek başına yetişemiyor dedi. Ben de tamam gelsin dedim.Bizi para çalmakla suçlayan adamın kendi oğlu para çalıyordu . Oğlum onu paraları cep yaparken yakalamış,müdahale etmek isteyince de oğlumu dövmüş.” diye anlatıyordu. Bu zamanda namuslu zurnacı bulmak çok zordu. Başka biriyle anlaştığını ve birazdan geleceğini söylüyordu.

          Uzun saçlı sakallı,küpeli birisi içeri girdi. Bitlis-Diyarbakır halk oyunları için gelmiş olamazdı. Zurnacı hiç olamazdı. Samet tanıştırdı ,adı Umut’tu. O da öğrencilere gönüllü ders vermek için gelmişti.

“Birazdan Hüseyin gelecek.Onunla birlikte Okmeydanı’na gideceksiniz” dedi Samet. Ne yani koca okulda halkına borcu olan sadece ikimiz mi vardık? Umut’la Hüseyin’i bekliyorduk şimdi.

Bu arada beklenen zurnacı da geldi. Davulcu hemen arkadaşını tanıştırıp övmeye başladı ve zurnacıdan çalmasını istedi. Zurnacı büyük bir iştahla çalmaya başladı. Ortalığı inletiyordu. Derken davulcu da ona eşlik etmeye başladı. Kafam şişmişti. Hüseyin nerde kaldı demeye kalmadan adamımız çıkageldi. Fazla zamanımız yoktu. Davul ve zurna eşliğinde Halkbilim Kulubü’nden ayrıldık.

Körüklü halk otobüsüyle bir saatte zor vardık Okmeydanı’na. Zengin muhitlerde göremezsiniz onu, fakir semtlerin kısmetidir. Tren gibi uzunluğuna aldırmadan ara sokaklardan gidiyordu. Körüklü’de oturduğumu ise hiç hatırlamıyorum. Oturanların da zaten koltuklar gibi hep var olduklarını düşünmüşümdür.

Körüklü enerjimin yarısını almıştı. Şimdi de korkunç bir yokuş bekliyordu beni. “ Ne işim var buralarda, ne yapıyorum ben” gibi içimde filizlenmeye başlayan soruları da bastırmaya çalışıyordum bir yandan.

Bize rehberlik eden Hüseyin hukuk okuyordu. Ben ve Umut ise geleceği olmayıp geçmişimizi siken bölümlerde okuyorduk.

Üç katlı bir apartmanın önünde durduk. “Yer burası “ dedi Hüseyin. Apartmanın yıkılması için küçük bir bahane yeterliydi. Değil Marmara, Ege’deki bir artçı deprem bile yeterliydi. Hüseyin “ Öğrenciler de yukardadır” diyerek bizi yukarıya davet etti.

İkinci katta ismi Eylül olan bir kadın bekliyordu bizi. Duvarlarda çerçeveli bir sürü fotoğraf vardı. Hepsinin altında ‘Ölümsüzdür’ yazıyordu. Yerde sokak duvarlarına yapıştırılmayı bekleyen yüzlerce afiş duruyordu. Körüklüden arta kalan enerjim de tehdit altındaydı.

  “Öğrenciler nerde” diye sordum. “Birazdan gelirler” dedi Eylül. “Ben aşağıda kafedeyim, işiniz bitince gelirsiniz” diyerek gitti Hüseyin.

Eylül benle Umut’a su bardağında çay getirdi. Umut imajına ters düşen hareketlerde bulunuyordu. Ard arda üç su bardağı çay içerek ilgimi çekmeyi başarmıştı.

En sonunda bir öğrencimiz geldi. Elindeki kovayla afişlemeden geliyordu. Burhan’la tanıştık. “ Arkadaşların ne zaman gelir” deyince “ Benden başka kimse yok “ dedi. Ne yani tek öğrencimiz mi vardı. Halbuki Eylül ‘Öğrenciler’ demişti.

“Aslında başka öğrencilerimiz de vardı ama geçen ayki polis baskınında içeri alındılar. Burhan da tutuksuz yargılanıyor” dedi Eylül. Hemen üçbuçuk atmaya başladım. Tuhaf bir organizasyonun içindeydim. Öğretmene değil militana ihtiyaç vardı burda. Ve benim militan olmak gibi bir niyetim yoktu.

Burhan matematik bölümünde okuyordu ama ben sözel dersleri verebilirdim. Umut ise “Ben yalnızca felsefe dersleri veririm” diyordu. Okuduğunu anlayabilen herkes felsefe sorularını çok rahat çözebilirdi oysa. Umut gereksizdi. Demliklerini de boşaltmıştı üstelik.

Evet, her an cezaevine girip eğitim organizasyonumuzu bitirebilecek bir öğrencimiz vardı. Alışık oldukları için her şey çok olağan geliyordu herkese. Daha sonra tekrar buluşmak üzere  Umut’la ayrıldık ordan.

Dönerken yolda Umut’la sohbet ettik. Kendisi anarşistti ve karşı olmadığı çok az şey vardı. “ Yıkanmaya karşıyım, burjuvanın bize dayattığı bir kültür” diyordu. “Hiç mi yıkanmazsın” dediğimde “ Ara sıra kafamı yıkarım“ dedi. Onu da yıkamasaydın amk. diyecektim. Daha sonra bu muhabbeti amcaoğluma anlattığımda “ Cenabet mi geziyormuş” diye bir tepki vermişti.

Otobüsten indik. “ Bir buçuk liran var mı pilav alıcam” dedi. Bir tek borç almaya karşı değildi arkadaş. Pilavı yerken karşı olduğu birkaç şeyden daha bahsetti. Çok konuşuyordu. “ Bıyığında pilav kalmış” dedim. Yanlış yeri temizledi. “Diğer tarafta” dedim. Temizledi.

Halkbilim kulubünden birkaç kez daha aradılar ama çeşitli bahanelerle gitmedim. Umut’la görüşmeye devam ettim. Hiç değişmedi. Söylemesi ayıp en son bir ayakkabı verdim kendisine. Halkıma olan borcumu Umut’a ödüyordum.

                                                                                                            PAT
patoyku@gmail.com 

www.facebook.com/pat.oyku



           


1 Haziran 2014 Pazar

RAMO VE JİLET


“Oturduğu koltuk koltuktan ziyade bir taht gibiydi. Yaptığı işe göre çok iddialıydı. Osmanlı döneminde öyle bir koltuğa oturabilmeniz için en az beş on kardeşinizi öldürmeniz gerekebilirdi.”

Bir televizyon çekimi için Diyarbakır’daydım. İstanbul’dan Diyarbakır’a arabayla gidemezdim. “Keşke benim de böyle bir arabam olsa” diyebileceğiniz bir arabam yoktu. En mantıklısı uçakla Diyarbakır’a gitmek ve orada araba kiralamaktı.

Havaalanında Servet ile buluştuk. Servet bana çekimlerde yardımcı olacak olan arkadaşın adıydı. 20 yaşında ve yaşıtlarına göre daha akıllı biriydi.

Araba kiralamak sandığım kadar kolay olmayacaktı. Diyarbakır’ı iyi bilmiyorduk. İşlek olmayan bir caddede araba kiralayan bir yer arıyorduk. Görünürlerde hiç rent a car’cı yoktu.

Güven ve zenginlik göstergelerinden uzak üzerinde “ Debriyaj Oto” yazan bir tabela çarptı gözümüze. Apartmanın ikinci katındaydı. Çok işimiz vardı ve zaman kaybetmek istemiyorduk. Arabamızın anahtarı bizi bekliyordu ama biz apartmanın girişini bulamıyorduk. Tuhaf bir yapısı vardı apartmanın. İnsanlar evlerine tırmanarak mı çıkıyorlardı. Hırsızlığa karşı müthiş bir apartman modeliydi. Sora sora apartmanın girişini bulabildik.

Apartmanın girişinden yoksulluk akıyordu. Duvarda aidatlarını ödemeyenlere yönelik sert mesajların olduğu geçen seneye ait bir kağıt vardı. Arabaya ihtiyacımız vardı, umudumuzu kaybetmemeliydik. Doğru apartmana mı girmiştik acaba. Bir insan burda para kazanabileceğini nasıl düşünebilirdi. Her şey müşteri memnuniyetsizliği içindi.

Evet, gerçekten Debriyaj Oto diye bir yer vardı. Kapıyı otuzlu yaşlarında, dişleri sarı, kundurası boyalı bir adam açtı. Bizi gördüğüne sevinmedi, sevinmiş gibi de yapmadı, zaten bekliyormuş gibi davrandı.

Kocaman bir masada karşısına oturttu bizi. Oturduğu koltuk koltuktan ziyade bir taht gibiydi. Yaptığı işe göre çok iddialıydı. Osmanlı döneminde öyle bir koltuğa oturabilmeniz için en az beş on kardeşinizi öldürmeniz gerekebilirdi. Masanın üstündeki ahşap tahta parçasının üstüne adını ateşle kazımıştı: Süleyman Narin. Arkasındaki vitrinde de üzerinde hat sanatıyla “Debriyaj Oto” yazan bir tabak vardı. Sigara dumanının dağılmasıyla birlikte bir diz üstü bilgisayar göründü. Gözünü kağıt oynuna diken Süleyman Narin götüyle dinliyordu bizi.

Süleyman Narin’den az benzinle çok giden, ucuz ve aynı zamanda konforlu bir araç istedik. Yaklaşık bir dakika süren sessizliğinin ardından suskunluğunu bozan Narin “ Böyle bir araba dünyada henüz üretilmedi ama isterseniz başka arabalarım var” diyerek uzlaşmaz bir tavır sergiliyordu. Ne yapıyordu bu adam. Değerli müşterilerini böyle germeye hakkı yoktu. İstediğimiz arabanın tam tersi özelliklerinde olan başka bir araç sundu bize. “Günlük kirası 130 TL, hasar halinde de masraflar size ait” dedi. “ 100 TL olmaz mı?” dedim. “Olmaz” dedi. Debriyajı bırakıp gaza bastık.

Fazla zamanım kalmamıştı. Tam şansıma küfür edecektim ki başka bir oto kiralamacı gördüm. Hem de yol üstünde bir dükkan: “Ramo Oto”. Tabelada kelime oyunu yapmışlardı hatta: “ramOto”.

Dükkan çok küçüktü, 3-4 metrekare bir şeydi. İçinde bir masa, üç sandalye ve bir sebil ( varya hani şu hastanelerde hem sıcak hem soğuk su veren su dolapları. “Biliyoruz” diyeceksiniz. Ben bilmiyordum adını, bilmeyenler için yazdım) vardı sadece.

Çok yorulmuş ve susamıştık. Sebilden birer bardak soğuk su içtik. Sebil dükkana artı puan kazandırıyordu. Sempatimi de kazanmıştı ayrıca. Su çok soğuktu, dişlerim sızladı.

Yirmi beş–otuz yaşlarında, mavi gözlü, atletik bir genç bakıyordu dükkana. Yüzünün bir tarafında büyük bir yarık izi vardı. Belki hoşuna gitmez diye sebebini sormadım ama suratına jilet yemişti galiba. Aynı şekilde az yiyen çok giden bir araba isteğimizi ona da yineledik. “Tamam, elimde tam size göre bir tane var” dedi. Her şey çok iyi gidiyordu. Sebilden bir bardak su daha aldım, biraz sıcak su ekleyerek. Bu sefer de sıcak olmuştu su.

Kapının önündeki beyaz fiat arabayı gösterdi bize. İstanbul’daki taksicilerin çoğu bu arabayı kullanıyordu. Onlar kullanıyorsa eğer kesin az yakıyordur. Araba yıkamadan yeni geldiği için parlıyordu ama içi pek iç açıcı değildi. Koltuklarda bir sürü sigara yanığı vardı. Tozluydu ve kapılardan birinin pencere otomatiği çalışmıyordu. Ayrıca bir kapıyı da içerden açamıyordunuz. Tüm bunlar kiralamama engel değildi, satın almayacaktım ya. Üç gün kullanıp geri verecektim.

“Size 110 Lira olur” dedi. Bizi sevdiğini ima ediyordu ama yüzünde buna dair bir belirti yoktu. Gözüm sürekli yüzündeki çiziğe takılıyordu. Kız davası mıydı acaba? “Abicim tam 100 yap şunu” dedim. “Ben burda çalışanım, indirim yapmaya yetkim yok, başka yerde bu kadar ucuza bulamazsınız” dedi. Diyarbakır’ın neresinden olduğunu sorup bizim de Kürt olduğumuzu söyledim. Fiyata bir etkisi olmadı. Değil Kürt Allah olsan farketmezdi onun için. Servet de arabasının aslında kötü olduğunu ve 110 lira etmeyeceğini söyledi. “Siz bilirsiniz” dedi Yaralı Yüz. Berbat bir durumdaydık. Süleyman Narin geldi aklıma ve 110 liralık teklifi kabul etmek zorunda kaldım.

Pazarlığımız sürerken içeri iki maliye memuru girdi. Sebilden birer bardak su içtikten sonra masaya yöneldiler. Oturacak başka yer olmadığı için kalkıp adamlara yer verdik.Vergi levhası ve diğer resmi belgeleri falan istediler. Yaralı Yüz istifini bozmadan rahat cevaplar veriyordu ama istedikleri hiçbir belgeyi de veremiyordu. Türlü türlü yalanlar söyleyerek adamları ikna etti. Sebilden birer bardak daha su içip gittiler. Mekanın resmi bir işletme olmaması beni rahatsız etmemişti. Türkiye’de olağan şeylerdi bunlar.

Üç günlük parasını peşin alarak karlı bir işe imza atmıştı Yaralı Yüz. Artık bir arabamız ve bizi bekleyen bir işimiz vardı. Ama benzinimiz yoktu. İbre sıfırın altındaydı. En yakın benzinlikte 150 liralık benzin doldurduk. Arabayı kullanmıyor sanki ittiriyordum. Zorla gidiyordu. Neyse gidiyordu ya işte.

Çok önemli bir konuğumuz vardı. Ropörtajı yaptıktan sonra Diyarbakır’ın meşhur On Gözlü Köprü’sünde detay çekimler yapmak için konuğumuzla birlikte arabaya bindik. Arabanın kiralık olduğunu söyleyerek imajımızı kurtarmaya çalıştım.

Arabayla biraz ilerledikten sonra birden durdu. Tekrar çalıştırmaya çalıştım ama işe yaramıyordu. Günbatımına yakın bir saatti. Ramo Oto’dan Yaralı Yüz’ü aradım gelmesi için. Konuğumuz zamanının olmadığını ve gitmek zorunda olduğunu söyledi. Adamı bir daha bulma şansımız yoktu. Sinirlerim iyice gerildi. Arabayı henüz birkaç saat önce almıştık ve elimizde patlamıştı.

Yaralı Yüz bizimkine benzer dandik bir arabayla yanımıza geldi. Suçun bizde olmadığını arabanın kendiliğinden birden bozulduğunu söyledik. Hemen bize hak vereceğini düşünerek hata etmiştim. “Arabayı tamirciye götürüp niçin böyle olduğunu öğrenelim önce” dedi. Çekici çağırıp arabayı tamirciye götürmek için yükledik. Biz de Yaralı Yüz’ün aracına binerek çekiciyi takip etmeye başladık.

Yolda Yaralı Yüz’le satranç oynuyorduk adeta. Ben suçun bende olmadığını sadece birkaç saat düz yolda kullandığımı söylüyordum. O da bana çalışır vaziyette verdiğini ve problemin birazdan tamircide anlaşılacağını söylüyordu. Kibar konuşuyordu, faturayı kibarlıkla bana kakalamaya çalışıyordu. Ayrıca “ Çekicinin parasını da müşteri öder” diyordu. Diyarbakır’da soygun silahlarla değil kiralık arabalarla yapılıyordu demek.

Tamirciye gelmiştik. Kesin tamirciye gelmeden önce adamı arayıp tezgahı kurmuştur diye düşündüm. Bu sebepten tamirciye itibar etmiyordum, kesin suçu bana kilitleyecekti.

Tamirci yalandan arabanın etrafında gidip geldi ve düşündüğüm gibi suçu bende buldu. Bilmem ne borusunu ben kırmışım ve 270 lira masrafı varmış.“Düz yolda nasıl kırılır, debriyaja bastım, gaza bastım. Başka bir şey yapmadım” dedim. “ Yok abi bu araba zorlanmış” dediler. “Dandik araba zorlanması benim suçum mu, hem siz arkadaşsınız neden inanayım size” diye güvensizliğimi belirttim. Bunu duyan Yaralı Yüz çok sinirlendi ve bana “ tamam gidelim” dedi.

Arabaya bindik. Kontağı çalıştırmadan önce sitem dolu bir konuşma yaptı. “ arkadaşımın yanında beni rezil ettin, bizi dolandırıcılıkla suçladın. Lanet olsun paraya, para verme. Bizim gururumuzla oynadın” diye duygusal bir konuşma yaptı. Konuşma esnasındaki “para verme” sözünün yarattığı güvenle kendisinden özür diledim. Beni yanlış anladığını ve kendisini yeterince tanımadığım için böyle düşündüğümü söyledim. Artık ipleri eline almıştı Yaralı Yüz. Dükkana geri dönüyorduk. Yol boyunca kırılan gururundan ve dürüstlüğün kendisi için ne kadar önemli olduğundan bahsetti. Ben de lanet olsun diyerek tamam dedim ya “Masrafların yarısını sen öde yarısını ben” dedim. Yaralı Yüz çok sinirlendi ve “Hayır abe, sen beni anlamamakta inat ediyorsun, anlamıyorsun beni” dedi. Doğru söylüyordu, anlamamıştım onu. Tüm o duygusal konuşmaları parayı benden almak için yapmıştı.

Dükkandaydık. Yaralı Yüz alıştıra alıştıra ha bire bana yeni faturalar çıkarıyordu. “Arabanın serviste kaldığı her gün için de kirasını ödemen gerekiyor, sözleşmede yazıyor” dedi. Gaz odalarında insan öldürüp sabun yapanlar bundan daha vicdansız değillerdi. Sabah ki maliyeciler geldi aklıma, hiçbir resmiyeti yoktu bu mekanın. “ İstersen mahkemeye ver, param yok” dedim. “Mahkemeye gerek yok. Allah’a şükür işimizi mahekemeye bırakmayız biz” dedi. Tamircide gururu incinen dürüst adam bizi tehdit ediyordu şimdi. Servet nafile bir çabayla arabanın muayenesinin yapılmadığını ispatlamaya çalışıyordu. Yüzündeki jilet izinin nasıl olduğunu şimdi daha iyi anlıyordum. Tekmeye kafa atan futbolcular gibi bu da jilete kafa atan bir tipti. Bu tarz adamları iyi tanıyordum. Canını verir parasını vermez böyleleri(gerçi verilmeyen para benimdi).

330 lira araba kirasının yanı sıra bir de 150 lira benzine vermiştim. Yani 480 liraya karşılık adamla papaz olup yüzümde bir jilet iziyle bitirebilirdim günü. “Tamam. 480 lira senin olsun, masrafları öde, arabanı al, ödeştik” dedim. Beni yola getirdiğini anladığı için tekrardan yiğit, mert, gururlu delikanlıyı oynamaya başladı. “ Abe mesele para değil, keşke böyle olmasaydı, işin görülseydi” de bana iyilik yapıyormuş da bizde yanlış olmaz da, da da da amk! Dükkandan çıkarken sıcak su karıştırmadan soğuk bir su içtim sebilden.

Oto kiralamacılara karşı derin bir travmayla dönüyordum Diyarbakır’dan. Uçağın penceresinde görünen yüzüme bakıyordum. 480 liram gitmişti ama neyse ki yüzüm hala tek parçaydı.

                                                                                                                                 PAT

patoyku@gmail.com 

www.facebook.com/pat.oyku