26 Haziran 2016 Pazar

Çökelekçi Manken

“UEFA’ya güvenmiyordu Hasan. UEFA da Türkiye’deki belediyeler gibi işliyordu ona göre.  Hakem danışmanımız İtalyan değil de Kürt olsaydı Hasan şuan Süper Lig hakemi olabilirdi.”


Sözleştiğimiz gibi bankanın önünde Tayfun’u bekliyordum. Birkaç dakikaya orda olurum demişti. Bankanın hemen yanında bir çay ocağı vardı. Beklerken bir çay içeyim mi içmeyeyim mi acaba derken Tayfun geldi. Sarıldık, selamlaştık.

-       “Gel arabaya geçelim, Avukat ve arkadaşlar orda” dedi Tayfun.

Avukatla herhangi bir işim yoktu. Bana açılan veya benim açtığım bir dava da yoktu. Tayfun bir avukat arkadaşı olduğu için çok mutluydu ve bu mutluluğu diline vuruyordu. Kendisinin İstanbul Gazi Mahallesi’nde bir mini marketi vardı. Hatta bazıları ‘bakkal’ diyordu marketine. ‘Bakkal’ sözcüğü ‘market’ sözcüğüne göre daha sıradan ve avamdı. Çingene’ye çingene dediğin zaman “Romanım ben, çingene değil” diye kızar ya bakkalcılık muhabbeti de onun gibi.

Tayfun kırkbeş yaşına merdiven dayamış olmasına rağmen otuz beş yaşında gösteriyordu. Hiç evlenmemiş. Sekse düşkün(herkes gibi aslında ya da herkesten bir tık fazla diyebiliriz), çok komik biri. Gazi Mahallesi’nde bir fenomendir hatta.  

Arabanın arka koltuğuna Hakim ve Hasan’ın yanına oturdum. Avukat arkadaş da ön koltukta oturuyordu. Selamlaştık. Hakim abi (ellili yaşlarda) avukattan (kırka merdiven dayamış) büyük olduğu halde arka koltukta oturuyordu. Çünkü o avukat değil arıcıydı. Dersim’in terkedilmiş bir köyünde arılarıyla birlikte tek başına yaşıyordu. Daha önce siyasetten cezaevinde hatırı sayılır birkaç yıl yatmıştı. Bu özgeçmişi arabanın ön koltuğuna oturmasına yetmiyordu. Olgunlukla karşılıyordu bu durumu. Gerçi avukat ön koltuğu kendisine önermişti ama kabul etmeyeceğinden emindi. Türkiye gibi ülkeler için özel arabalar üretilmeli. Arabanın önünde en az iki – üç koltuk daha olmalı. Toplumsal eşitliği böylece bir nebzede olsa sağlayabiliriz.

Arabayı Dersim çarşı merkezinde bir yere park ettik. Tayfun ve Hasan bir şeyler almak için yanımızdan ayrıldılar. Ben, Hakim abi ve avukat bir çay ocağına oturduk. Boş masa yoktu. Herkes dört kişilik masalarda tek oturuyordu. Biz de tanımadığımız yaşlı, daha sonra emekli olduğunu öğrendiğimiz, bir adamın masasına oturduk. Üç çay istedik. Üç çayımız geldi. Emekli dayıya da bir çay söyledik. Ona da çay geldi. Dersim ekonomisini ayakta tutan çaydı. Yaşlılar her gün düzenli olarak kahvelere, çay ocaklarına gidiyorlardı. Oturmuş bir sistemleri vardı. Şaşmazdı bu. Eğer bir ihtiyar her zamanki saatinde kahvede değilse bilin ki ölmüştür. Sistem bozulmaz, yerine başkası geçer ve diğerleri de ölüm kapılarına gelene kadar çay içmeye devam ederler. Azrail’i çay içerek bekliyordu Dersimliler.

Avukat da Dersimliydi ama otuz yıldır memleketine gelmemişti. Çok heyecanlıydı. Çarşıda her gördüğü tanıdığı masamıza oturtuyordu. Buram buram anadolu bakışları atıyordu sağa sola. Her gördüğü yaşlının ellerini öpmek için iştahla atılıyordu. Dört kişi başladığımız masada şimdi on kişi vardık. Avukat herkese çay ısmarlıyor, ellerini öpüyor, akrabaları, tanıdıkları soruyordu. Masada benim dışımda herkes Dersimliydi ve her gelen benim kim olduğumu soruyordu. Mardinliydim ve Dersimlilerin damadıydım. Avukattan daha çok ilgilerini çekyordum. Kayınbabamın kim olduğunu soruyorlardı. Birisi

-       “Mardin mi güzel Dersim mi?” diye sordu.
-       “Mardin de güzel Dersim de” dedim.
-       “ Olur mu yaw, Mardin gibi şehir var mı ya, taş şehir, müthiş bir yer” dedi Hakim abi bana katılmayarak.
-       “ Ya tabi her yerin ayrı bir güzelliği var buranın da doğası…” derken sözümü kesti Hakim abi
-       “ Mardin bambaşka bir yer yaw, taş şehir, bir sürü farklı din ve etnik kimlik bir arada yaşıyor kardeşçe”
-       “ Valla herhalde güçleri birbirine yetmiyor. Yoksa Araplar ve Kürtler birbirlerini pek sevmezler, diğerleri de öyle birbirlerine bayılmıyorlar. Tarihte birbirlerini az öldürmemişler” diyerek memleketimi kötülemeye devam ediyordum. Mardin’i çok sevmeme rağmen engel olamadığım bir hainlik ve gaflet içerisindeydim memleketime karşı.

Masamıza altmış yaşlarında bir seyyar satıcı yanaştı. Elinde içinde çokça şalvar ve yelek olan kocaman siyah bir poşet vardı. Omuzlarında da yine bir sürü yelek ve şalvar. Elinde koltuk değneği ile yaşlı bir adam yeleği denedi ve çok beğendi. Paket yapmasını istemeden önce fiyatını sordu:

-       “ 25 Lira” dedi satıcı.
-       “ 25 Lira mı!? Ben 10 liradır dedim. Fazla 25 lira. 10 liram var.”

Satıcı konuşmadı. Yelek elinde yavaş hareketlerde bulunuyordu. 10 liraya versem mi acaba diye düşünüyordu muhtemelen. 10 değil de 15 dese kesin verecekti ama 10 istediği rakamın çok altındaydı.  Ayrıca 10 lirayı kabul etmesi kendisi için büyük bir risk taşıyordu. Masada 10 tane adamdık ve hepimiz aynı fiyata isteyebilirdik. Koltuk değnekli adamla yalnız olsaydı belki de 10 liraya verirdi yeleği. Satıcı suskunluğunu bozarak:

-       “ 10 lira az “ dedi yüksek olmayan bir sesle.
-       “ 10 liram var kabul ediyorsan alıyım”
-       “10 lira çok az dayı ne yaptın!” dedim pazarlığa karışarak.

Masadan beni destekleyen sesler çıktı. Hatta oturanlardan biri satıcıya destek olmak için:

-       “ Kısa çorap da satıyor musun?”
-       “Satıyorum” deyip iki tane verdi adama.
-       “Ne kadar ikisi”
-       “ 5 lira”

Beş lira adama çok geldi ama çok bir şey de diyemedi.

-       “ 1 lira olmaz mı” diye şaka yaptım. Kimse gülmedi.
-       “ Tamam paket yap ikisini” dedi adam çaresizce.
-       “ Bana da iki tane verir misin?” diyerek ben de satıcıya destek oldum.

Tayfun ve Hasan ellerinde iki poşet pide ekmek ve iki de kavunla geldiler.

-       “ Gideceğimiz yerde yemek var siz niye aldınız” dedim Hasan’a.
-       “ Bunlar bizim için değil Tayfun abi başkasına aldı.”

Hasan otuz yaşındaydı. Yirmi sene İstanbul Gazi Mahallesi’nde yaşadıktan sonra Dersim’e taşınmış geçen sene.

Avukat sürekli telefonla konuşuyordu. Müvekkilleri onu rahat bırakmıyordu. Bu durum Tayfun’un canını sıkıyordu. Çünkü Dersim dağlarında telefon çekmiyordu ve telefonun çektiği yerlerde de avukat arabayı durdurup dakikalarca konuşuyordu. Dersim’e tatil ve bol bol gezi fotoğrafları çekme niyetiyle gelen Tayfun bu duruma çok bozuluyordu.

Tayfun ve Hasan’la yiyecekleri bagaja koyduk. Tayfun:

-       “Hadi gidelim avukat nerde?” diye sordu.
-       “Avukat bankaya kadar gitti. Bekleyin dedi” dedim
-       “ Mına koyım sürekli bir şeyi çıkıyor. Adam 24 saat telefonla konuşuyor. Gezmeye gelmişsin insan kapatır telefonunu”
-       “ Avukatların telefonu böyledir abi. Benim birkaç avukat arkadaşım var adamlar telefonlarına bakmıyorlar artık.”
-       “Ya tamam da insan sürekli konuşmaz. Mesaj yaz olsun bitsin”

Tayfun çok sıkılmıştı bu durumdan. Her konuştuğu kişiye “arkadaşım avukattır” havasını atıyordu ama bunun bedeli dakikalarca telefon konuşması olmamalıydı. Ayrıca daha birçok yer gezilecek, fotoğraflar çekilecek ve instagrama fotoğraf yetiştirilecekti.

Yarım saatlik uzun bir bekleyişten sonra avukatı bankadan alıp yola koyulmayı başarabildik. Avukat bu sefer de arabada telefonla konuşmaya devam ediyordu. Ben de arkada Hasan’la biraz sohbet ettim:

-       “ Ne iş yapıyorsun burda?” dedim
-       “Amatör Ligde hakemlik yapıyorum bir de KPSS’ye hazırlanıyorum”
-       “ Hadi ya! Ne güzel. Yan hakem misin, orta hekem mi?
-       “ Değişiyor. Sadece birini yapmıyorsun ikisini de yapıyorsun”
-       “Maç başına mı para alıyorsun?”
-       “evet”
-       “ Cüneyt Çakır’ı beğeniyor musun?”
-       “İyidir. Fena değil. Çok torpil dönüyor bu işlerde ama”
-       “Nasıl yani, Çakır torpille mi büyük maçlara atanıyor”
-       “Türkiyenin hakem danışmanı kim? Collina. Nereli? İtalyan. UEFA hakem komitesinin başındaki adam nereli? İtalyan. Her yerde torpil işliyor.”

UEFA’ya güvenmiyordu Hasan. UEFA da Türkiye’deki belediyeler gibi işliyordu ona göre.  Hakem danışmanımız İtalyan değil de Kürt olsaydı Hasan şuan Süper Lig hakemi olabilirdi.

Dersim-Ovacık yolunda dağlar ve munzur nehri eşliğinde ilerliyorduk. O kadar güzeldi ki her taraf yol bitmesin istiyordum. Dağ başındaki askeri  karakolun yanından geçiyorduk. Daha önce karakolun önünden yol geçiyordu ama PKK’nin bölgedeki eylemlerinden sonra o yolu kapatıp üst taraftan bir yol açmışlardı. Karakolun etrafını da betonlarla çevirmişlerdi. Görünürde bir tane bile asker yoktu. Karakol orada sadece canını ve dalgalanan Türk bayrağını koruyordu. Tuhaf bir memlekette yaşıyorduk. Pikniğe giderken üstümüzden bir roket uçup karakolu bombalayabilirdi. Dersimliler için savaş artık sıradan bir şey olmuştu.

Piknik yerine geldik. Yeşillikler içinde munzur kenarında gölgelik, serin bir yerdi. 35 derecelik havada bir vaha gibiydi. Tayfun’un keyfi yerindeydi. Telefon çekmiyordu çünkü ve fotoğraf çekebileceği çok güzel yerler vardı.

Her şey çok güzeldi ama bir problemimiz vardı. Piknik yerinin işletmesi henüz sezonu açmamıştı ve bizim yanımızda yiyecek, içecek bir şeyler yoktu. Burada duramazdık ama en yakın gidebileceğimiz yer en az 30-40 km uzağımızdaydı. Dersim’in virajlı dağ yollarında azımsanacak bir mesafe değildi.

Tayfun birkaç instagram fotoğrafı çektikten sonra problemimizle ilgilenebildi.

-       “ O zaman şu elimizdeki pideleri falan köye bırakalım ordan bir yerlere geçeriz” dedi.
-       “ Köy nerde abi, söylediğin köyü kimse bilmiyor” dedim.

Tam o sırada transit bir araba geldi piknik yerine. İçinden kadınlı erkekli gençler indi, piknik yapmaya gelmişlerdi. Tayfun onlara yanaşıp aradığı köyün yerini sordu. Adamlar Allah’tan ki biliyorlardı da anlattılar. Hepimiz arabaya bindik. Tayfun şoför koltuğunda adamla konuşmaya devam ediyordu.

-       “ Ya biz bilmiyorduk burası kapalıdır. Yanımızda hiçbir şey de getirmedik.”

Adam da kendilerinden yemek teklifi beklediğimizi düşünerek,

-       “ Gelin isterseniz birlikte yiyelim, ne varsa hep birlikte yeriz” dedi.
-       “ Yok ya, teşekkür ederim. Biz gidelim. Sağolun”

Adamlardan uzaklaşırken;

-       “Adam gelin birlikte yiyelim diyor. Beş tane leopar gibi adamız amk. Nasıl doyuracan bizi” dedim.

Arabadakiler leopar esprime çok güldüler. Öyle böyle gülmek değil, çok güldüler. Şimdi farkettim, yazarken çok komik değil ama orda o atmosferde ve benim söyleyiş şeklimde düşünülünce komikti. Onlar henüz ilk esprinin şokunu atlatamamışken ,

-       “ Eti bile pişirmelerine gerek kalmaz valla, çiğ çiğ yeriz”

Buna da çok güldüler. Yine komik gelmeyebilir size ama inanın o atmosferde bıdı bıdı bıdı bıdı….
Geyiksuyu yönünde köy arıyorduk. Yolun solunda kalan bir köye saptık. Yollar çok bozuk olduğu için arabanın altı vurmaya başladı. Arabadan indik. Az ilerde karı koca iki ihtiyar evlerinin önünde duruyordu. Uzaktan seslendik,

-       “ Ali Ağa bu köyde mi oturuyor, tanıyor musunuz onu?”
-       “ Yok o burda oturmuyor. Benim eski köyümde oturuyor.”
-       “ Senin eski köyün neresi dede?”
-       “Çok geldiniz geride kaldı. Arı kovanlarını göreceksiniz dönerken, ordan girin.”
-       “ Tamam dayı sağolasın”

Tekrar arabaya döndük.

-       “Dedenin yerinde olsam ‘ne Ali Ağa’sı ağalık mı kaldı amk” derdim” dedim.
-       “ Gençler bizim değerlerimizle alay ediyor” diyerek şakayla karışık bir sitemde bulundu avukat. Normaldi böyle demesi. Adam memleket hasretiyle ölüyordu. Çökelek görse gözleri doluyordu.

Arı kovanlarının ordan girdik köy yoluna. Yine arabanın altı vurmaya başladı. Tayfun ahriç hepimiz arabadan inip yaya devam ettik yola.

Köyde sadece iki ev kalmıştı. Devlet tarafından boşaltılan bir köydü. Köylülerden köyün eski haline dair hikayeler dinledik. Çok canlı ve güzel bir köymüş ama şimdi sadece iki ev vardı.

Bir eve konuk olduk. Tayfun’un arkadaşının ailesinin eviydi. Bizi çok sıcak karşıladılar. Ali Ağa’yı bulmuştuk sonunda. Biz adama hala Ağa diyorduk ama o:

-       “Soyadım ‘Ağa’ değil ‘Ağ’” dedi.

Evde Ali Ağa dışında karısı, erkek kardeşi ve iki çocuğu daha vardı. Kardeşi Üniversitede hoca, çocuklarıysa bilgisayar mühendisi ve kimya mühendisliği okuyordu iyi okullarda. Bir kızı da tıp okuyormuş. Dersimlilerin bir özelliği de eğitimdeki başarılarıdır zaten.

Evde bir de Sivas Kangal köpek vardı. Devasa boydaydı. Köpekten ziyade bir aslana benziyordu. Geldi masamızın yanına oturdu. Tehlike sezmediği için uysaldı ama avukat korkuyordu. Ben korkmuyordum çünkü köpekle aramda avukat oturuyordu.

Sofra kuruldu. Çay, çökelek, niyaz, yoğurt, peynir, tereyağı, köy ekmeği. Hepsini kendileri yapmıştı. Müthişti. Hayatımda yediğim en güzel yemeklerdendi. Büyük bir iştahla yiyiyorduk. Tayfun’a sessizce:

-       “Adamlara getirdiğimizden fazla yedik amk.” Dedim.

Derken misafir bir ihtiyar daha geldi. O da o köydendi. Bir gözü içeriye doğru göçüktü. Sanki gözüne bir metreden gaz kapsülü sıkılmış gibiydi. Dişleri yoktu ve ne söylediği pek anlaşılmıyordu. Dersim katliamı sırasında beş yaşındaymış. Dersim katliamı tanığı olması avukatın ilgisini çekmişti. Ben daha önce böyle çok hikaye dinlediğim için çok ilgimi çekmemişti. Avukat:

-       “Dayı bir anlatsana o günleri, nasıldı?” dedi.
-       “ B.n.m ba.am dav.ra g….şti. b.z d.ha kü.ükt.k.” diye harfleri yuta yuta ne söylediği çok anlaşılmadan hikayesini anlatmaya başladı.

İhtiyar hikayesini anlatıyordu ama kimse onu dinlemiyordu. Herkes kendi aralarında bir şeyler konuşuyordu. Ortamda yüksek bir uğultu vardı. Avukat çökelek ve yoğurda gömülmüş ihtiyarı unutmuştu. Geriye bir tek ben kalmıştım ihtiyarın elinde. Gözlerimin içine bakarak hiçbir sözünü anlamadığım acıklı hikayesini anlatıyordu.  Telefonum çaldı. Açtım, konuştum, kapattım. İhtiyar hala hikayesini anlatıyordu inatla. Hikayeyi dinelemesem de sonunu biliyordum en azından; ihtiyar ölmemiş, kurtulmuştu.

Çok güzel karşılanmış ve çok güzel bir yemek yemiştik. Ali Ağa ve ailesini çok iyi hatırlayacaktık. Çok fazla zamanımız yoktu. Sarıldık, vedalaştık.

Yola kadar yürüdük, arabanın altı çarpmasın diye. Asfalt yolda arabaya bindik. Tayfun:

-       “Amk. Ali ağa ve karısı ne kadar çirkindi. Hayret bunlar nasıl manken bir kız doğurmuş. Bunların kızı manken biliyor musunuz, benim arkadaşım.”

Ali Ağa ve ailesi hiçbirimizi tanımıyorlardı. Biz de onları tanımıyorduk. Tayfun’un asıldığı manken kızın ailesi. Kıza ısrar etmiş herhalde senin aileni göreyim diye. Tayfun’un sikinin hatrına yedik o çökelekleri.

Ali Ağa’dan sonra munzur kenarında durup ayaklarımızı suya soktuk, sonra su kenarı bir mekanda durup bira içtik. Sonra da günü bitirdik.

Akşam eve döndüğümde eşime seyyar satıcıdan aldığım çorapları gösterdim beğeneceğini düşünerek:

- “Nerden aldın bu boktan çorapları. Sahte marka hem bunlar” dedi.


                                                                        26 Haziran 2016                             PAT
patoyku@gmail.com
www.facebook.com/pat.oyku

1 Haziran 2016 Çarşamba

Haram Simit Yiyen Makedon



“Para alınca da yardım sayılıyor muydu ki? Yardım derneğinde çalışan birine bu soruyu sorsam yaptığımın yardım olmadığını söylerdi. Bir imama sorsam tabiki de yardımdı. Başka türlü kendisinin kıldığı namaz da ibadet sayılmazdı. “


Üniversitenin sosyal destek biriminde yarı zamanlı olarak çalışıyordum. Burs vermek isteyen kurumlar oluyordu. Biz de öğrencilerden başvuru formlarını falan alıyorduk.

Bir gün üniversiteye Makedon dili ve Edebiyatı bölümü için genç bir hoca geldi. 30-35 yaşlarında benden biraz uzun( ben 1.74)beyaz tenli, sarışın biriydi(Fenerbahçeli Dirk Kuyt’a benziyordu)Üniversite yönetiminden birileri de adamı bizim birimimize yönlendirmişti. Adamın okuldaki işine başlaması için bir sürü resmi işlem yapması gerekiyor ama İstanbul’a hayatında ilk defa geldiği için yol yordam bilmiyordu. Yol yordam bilen vatandaşların yapamadığı işleri zavallı Makedon nasıl yapsındı. Her neyse başımızdaki kişi,“Zoran’a yardımcı ol,” dedi.

            İsmi Zoran’dı. Yardımcı olacaktım, gerçi bu iş için para alıyordum. Para alınca da yardım sayılıyor muydu ki? Yardım derneğinde çalışan birine bu soruyu sorsam yaptığımın yardım olmadığını söylerdi. Bir imama sorsam tabiki de yardımdı. Başka türlü kendisinin kıldığı namaz da ibadet sayılmazdı.

            Zoran, Makedonca, Rusça, İngilizce, Fransızca ben ise Kürtçe ve Türkçe biliyordum. Kesişen kümemiz boştu.Avrupa dillerine neden bu kadar yabancıydım bilmiyorum. İki avrupa dilini konuşan biriyle bir doktorun aynı saygıyı gördüğü bir kültürden geldiğim için adama hayran kaldım.Zoran’la nasıl anlaşacaktım. Adam konuşabilmemizi sağlayacak birçok dil biliyordu. Bütün suç bendeydi.

            Beyazıt’tan Eminönü’ne yürümeye başladık Zoran’la. Hükümet konağında işimiz vardı. Olabildiğince konuşmamaya çalışıyordum. Bir şeyler sorduğunda da önce anlamaya sonra da konuşmaya çalışıyordum. İngilizcem çok azdı diyemiyeceğim. Sadece ‘yesterday’ ve ‘tomorrow’u biliyordum. Buna az bilmek denemezdi. Bu iki sözcükten de hangisinin ‘dün’  hangisinin ‘yarın’ olduğunu karıştırıyordum. “ Niye İngilizce bilmiyorum” diye kendime değil “ Türkçe’de öğrenseydin amk” diye ona kızıyordum. Beyazıt’tan Sultanahmet’e kadar adama ‘ucuz’u anlatmaya çalıştım hareketlerle. ‘Ucuz’u hareketlerle nasıl alatırsınız? ben zor da olsa anlattım işte. Anlatamadığımı gördüğü halde devamlı bir şeyler soruyordu.

            İşimizi bitirdik ve okula dönüyorduk. Geç olmuştu artık. Taksim’de ucuz bir pansiyonda kalıyordu ve çok az parası kalmıştı. Beyazıt’tan Taksim’e yüreyerek gidecem diyordu(Beyazıt-Taksim arası 4 buçuk km’dir. Arabayla 11dk yürüyerek 54 dk) Başıma bela olmuştu. Acıdım, 10 lira vereyim de otobüsle gitsin dedim. Bende de fazla para yoktu, öğrenciydim. Cebim’de iki 20’lik bir 10’luk vardı. 20’likleri göstermeden nasıl çıkarırım 10’luğu diye düşünüyordum. 20’likleri görünce umutlanabilir ve 20 yerine 10 verdim diye içerleyebilirdi. İyiliğimin boşa gitmesi tehlikesini göze alarak elimi cebime daldırdım, elime ilk gelen kağıt parayı çektim ve 10’luğu ona uzattım. Allah’a şükür! “Rica ederim, ne gerek var, sağolasın, bu kadar iyilik yaptın bir de para mı veriyorsun” diyeceğini sanarken hiçbir şey demeden parayı alıp “teşekkürler” dedi. Türkçe sadece teşekkür etmeyi öğrenmişti. Ya gerçekten çok ihtiyacı vardı ya da puştun tekiydi.

            Kocaman kara montunu ağzına kadar çeker, masmavi gözleriyle masum, anlamsız bakardı. Ben espiri yapınca gülerdi. Espiri nasıl yapıyordun diyeceksiniz, demeyin. O nasıl anlıyordu deyin. Evrensel bir mizah gücüm vardı demek ki! İngilizce bilmiyordum ama dünyayı güldürebilecek bir yeteneğim vardı! Hem niye gülmesindi ki? Biri benim de işlerimi halletse, bana para verse ben de gülerim. Neyse başımın gözümün sadakası olsundu, kurtulmuştum ya ondan.

            Zoran’dan kurtulduğumu zannetmekle hata etmiştim. Ertesi gün yine yanımıza geldi. Makedon Dili ve Edebiyat’ı bölümü henüz tam olarak açılmamıştı. Üniversitenin bahar döneminin başlamasına 10 gün vardı. Ne pansiyonda kalacak ne de yemek yiyecek parası kalmıştı. Okul açıldığı gibi de maaş vermeyeceklerdi ona. 1 ay geçtikten sonra maaşını alabilecekti. Ne yapacaktı bu adam. Ne sikim işti bu. Kendisi de çok kaygılı görünmüyordu. Saf saf yanımda takılıyordu.

            Kaldığım öğrenci yurdunun odasında boş bir yatak vardı ama Zoran öğrenci değil öğretmendi. Üniversitenin yabancı diller bölümüne Türkçe için kaydını yaptırdım. Böylece öğrenci de olmuş oldu. Misafir öğrenci olarak yurda kaydını yaptırdık. İnanılmaz bir adam olmuştum, çok iyiydim. Öldükten sonra adıma kimsesizler yurdu ya da huzurevleri açılmalıydı.

            Zoran’ın yatağını düzenledikten sonra beraber kantine inip bir şeyler yedik. Yemek fişlerimi onunla paylaşıyordum. Hemen hemen hiç parası yoktu. ısmarladığım her şey için sadece teşekkür ediyordu. Çok rahattı. Ben ayaklarıma kapanıp teşekkür etmesini beklerken o sadece bir teşekkürle geçiştiriyordu fedakarlığımı. Bu ne rahatlıktı. Makedonya’da herkes böyle iyi miydi yani?

            Beyefendi çayını da içtikten sonra birlikte odaya çıktık. Oda arkadaşlarım gelmişti. İkişerden 3 tane ranza vardı odamızda. Zoranla birlikte 6 kişiydik. 5 Kürt 1 Makedon. Hepimiz esmer Zoran sapsarıydı. Geçenlerde bir haber vardı televizyonlarda. Roman bir ailenin evinde sapsarı, her halinden avrupalı olduğu belli olan bir çocuk vardı. Muhtemelen kaçırmışlardı çocuğu. Biz de o Roman aileye benziyorduk. Zoran aramızda sırıtıyordu.

            Arkadaşlarım Zoran’a selam verdikten sonra açıklama bekleyen bir suratla bana baktılar. Zoran’ı ve yaptığım iyilikleri anlattım onlara kısaca. Sevindiler. “Ne güzel ingilizce pratik yaparız, ingilizcemiz gelişir” diyerek Zoran’ı bağırlarına bastılar. Hemen kaynaştılar. Ertesi akşam yurda döndüğümde Zoran “Şevbaş Heval” diye karşıladı beni. Arkadaşlar İngilizce öğrenmek yerine Zoran’a Kürtçe öğretmeye karar vermişlerdi. “Şevbaş heval”in şaşkınlığını atamadan “Bijî Serok Apo” lafı geldi. “Adamı linç ettireceksiniz amk” diye kızdım onlara. Bütün gün Kürt sorununu anlatmışlardı ona. Adamların maskotu olmuştu. Kürtçe küfür öğretiyorlardı, çok sevmişlerdi onu.

            Okul nihayet açılmıştı. Herkes ders tercihlerinde bulunuyordu. Kendi asıl derslerimizin dışında bir iki tane de seçmeli ders seçmek zorundaydık. Kolay ve güzel seçmeli dersler hemen tükeniyordu. Ben ve Ferhat da Zoran’a güvenerek Makedon Dili ve Edebiyatı dersini seçmeli ders olarak seçtik. Zoran oda arkadaşımızdı ve çok rahat AA’yla dersi verecektik. Ferhat çok rahattı. Zoran’a daha bir ilgi gösterir olmuştu. Ferhat izbandud gibi bir adamdı, gözü karaydı, faşistlere gözünü kırpmadan satırla dalardı. Fakir bir adamdı da. Doğru düzgün aldığı bir burs yoktu. Öğrenim bursu ve yurdun yemek fişleriyle yaşardı. Vize döneminde Zoran’a çay ısmarladığını söyleyen arkadaşlar vardı.

            Vize sınavından birgün once Zoran bize sınav sorularını verdi. Hiçbir şey anlaşılmıyordu yazılanlardan. Çünkü Makedonca latin alfabesiyle yazılmıyordu. Her neyse ben harfleri falan ezberledim biraz. Ferhat ise hiç bakma gereği bile duymadı. Zoran’a ısmarladığı çaya güveniyordu. Sınav günü yurttan Zoran’la birlikte çıktık. Okulun bahçesinde beklerken Ferhat işini garantiye almak için kendine, bana ve Zoran’a simit-çay ısmarladı.

            Sınav kağıtlarını dağıttı Zoran ve 40 dk’nız var dedi. Ben ve Ferhat dışında sınıfta 5 kişi daha vardı. Ben bir şeyler karalamaya başladım Ferhat da  benim kağıdımdan kopya çekmeye çalışıyordu. Makedonca yazmak çok zordu. Ferhat’ın görüş açısı çok iyi değildi ve yazıları taklit de edemiyordu. “Ne yazıyorsun bir şey anlamıyorum” diyordu. Zoran diğer öğrencilerden çekindiği için Ferhat’ı uyarıyordu. Ferhat ısmarladığı simite güvenerek Zoran’ı siklemiyordu. Ferhat tekrar aynı şeyleri yapınca Ferhat’ın sınav kağıdını alarak dışarı çıkmasını istedi. Ferhat şok geçirmişti, ne diyeceğini bilemiyordu. Sinir dolu bir sessizlikle vurup kapıyı çıktı.

            Akşam yurdun kantininde karşılaştım Ferhat’la. Yurttakilere Zoran’ın kendisine yaptığı ihaneti anlatarak bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyordu. Çok komikti. Yanıma gelip “Zoran ibnesi nerde?” diye sordu. Daha gelmemişti. “ Söyle ona, ısmarladığım simit haram olsun” dedi. “Sen de bokunu çıkardın. Sessiz olsaydın biraz”dedim. “ Arkadaşımız dedik, onun için seçtim Makedoncayı. Yoksa kim siker Makedoncayı, ne işim var Makedoncayla” benzeri bir sürü Makedonca’ya değer vermeyen sözler söyledi. O gece Zoran biraz geç geldi yurda. Ferhat yanına giderek” yazıklar olsun sana!” dedi. Zoran söylediklerinden hiçbir şey anlamasa da yüzündeki ifadesinden anlamıştı bir Makedonca sevdalısını kaybettiğini!

            Zoran’ın maaşını almasını ondan daha çok bekliyordum. Yük oluyordu bana. Tüm yemek fişlerimi ona vermiş, 10 liraya da terlik almıştım. Babasıydım sanki.

            Bir gün ben çalışırken dersi olmamasına rağmen yine yanıma gelip oturdu. Bir ihtiyacı vardı herhalde yine ya da sıkılmış, gidecek yeri yoktu. İşim bittikten sonra birlikte yurda doğru yürümeye başladık. “Aç değil misin” diye sordu. Acıkmıştı herhalde. Bende de çok fazla para yoktu ama acıdım ona. Lanet olsun, yazıktır diye “oturup bir şeyler yiyelim” dedim. Demez olaydım. En pahalı yemekleri ve içecekleri istiyordu. İnsanlığımı sikiyim diye düşündüm. Sonra tatlı istedi. “Ben tatlı istemiyorum” dedim. Bu kazığın üstüne bir de tatlı yiyemezdim. Garson masaya hesabı getirdi. Tam elimi cebime atacakken elimi tutu ve cebinden bir sürü para çıkardı. Maaşını almıştı. “Birer çay daha getireyim mi abi”  dedi garson. Çaylarımız geldi. Zoran’ın yarım kalan tatlısını çayla birlikte yedim.

            Hem vizeden hem de finalden  benle Ferhat’a AA vermiş ve böylelikle tüm borçlarını temizlemişti Zoran. Delikanlı çocuktu. Gözümüzdeki tüm imajı değişmişti. Ferhat ısmarladığı simit’in meyvelerini toplamıştı. Çok yerinde stratejik bir harekette bulunmuştu.

            İyi bir maaş alıyordu Zoran. Parası olduğuna göre artık yurtta kalmasının da bir gereği yoktu. Bir akşam geldiği gibi bir akşam gitti. Giderken “Şevbaş” dedi. Bizden öğrendiği tek şey buydu.

patoyku@gmail.com 
www.facebook.com/pat.oyku