“UEFA’ya güvenmiyordu Hasan. UEFA da Türkiye’deki belediyeler gibi
işliyordu ona göre. Hakem danışmanımız
İtalyan değil de Kürt olsaydı Hasan şuan Süper Lig hakemi olabilirdi.”
Sözleştiğimiz gibi bankanın önünde Tayfun’u bekliyordum.
Birkaç dakikaya orda olurum demişti. Bankanın hemen yanında bir çay ocağı
vardı. Beklerken bir çay içeyim mi içmeyeyim mi acaba derken Tayfun geldi.
Sarıldık, selamlaştık.
-
“Gel arabaya geçelim, Avukat ve arkadaşlar orda”
dedi Tayfun.
Avukatla herhangi bir işim yoktu. Bana açılan veya benim
açtığım bir dava da yoktu. Tayfun bir avukat arkadaşı olduğu için çok mutluydu
ve bu mutluluğu diline vuruyordu. Kendisinin İstanbul Gazi Mahallesi’nde bir
mini marketi vardı. Hatta bazıları ‘bakkal’ diyordu marketine. ‘Bakkal’ sözcüğü
‘market’ sözcüğüne göre daha sıradan ve avamdı. Çingene’ye çingene dediğin
zaman “Romanım ben, çingene değil” diye kızar ya bakkalcılık muhabbeti de onun
gibi.
Tayfun kırkbeş yaşına merdiven dayamış olmasına rağmen otuz
beş yaşında gösteriyordu. Hiç evlenmemiş. Sekse düşkün(herkes gibi aslında ya
da herkesten bir tık fazla diyebiliriz), çok komik biri. Gazi Mahallesi’nde bir
fenomendir hatta.
Arabanın arka koltuğuna Hakim ve Hasan’ın yanına oturdum.
Avukat arkadaş da ön koltukta oturuyordu. Selamlaştık. Hakim abi (ellili
yaşlarda) avukattan (kırka merdiven dayamış) büyük olduğu halde arka koltukta
oturuyordu. Çünkü o avukat değil arıcıydı. Dersim’in terkedilmiş bir köyünde
arılarıyla birlikte tek başına yaşıyordu. Daha önce siyasetten cezaevinde
hatırı sayılır birkaç yıl yatmıştı. Bu özgeçmişi arabanın ön koltuğuna
oturmasına yetmiyordu. Olgunlukla karşılıyordu bu durumu. Gerçi avukat ön
koltuğu kendisine önermişti ama kabul etmeyeceğinden emindi. Türkiye gibi
ülkeler için özel arabalar üretilmeli. Arabanın önünde en az iki – üç koltuk
daha olmalı. Toplumsal eşitliği böylece bir nebzede olsa sağlayabiliriz.
Arabayı Dersim çarşı merkezinde bir yere park ettik. Tayfun
ve Hasan bir şeyler almak için yanımızdan ayrıldılar. Ben, Hakim abi ve avukat
bir çay ocağına oturduk. Boş masa yoktu. Herkes dört kişilik masalarda tek
oturuyordu. Biz de tanımadığımız yaşlı, daha sonra emekli olduğunu
öğrendiğimiz, bir adamın masasına oturduk. Üç çay istedik. Üç çayımız geldi.
Emekli dayıya da bir çay söyledik. Ona da çay geldi. Dersim ekonomisini ayakta
tutan çaydı. Yaşlılar her gün düzenli olarak kahvelere, çay ocaklarına
gidiyorlardı. Oturmuş bir sistemleri vardı. Şaşmazdı bu. Eğer bir ihtiyar her
zamanki saatinde kahvede değilse bilin ki ölmüştür. Sistem bozulmaz, yerine
başkası geçer ve diğerleri de ölüm kapılarına gelene kadar çay içmeye devam
ederler. Azrail’i çay içerek bekliyordu Dersimliler.
Avukat da Dersimliydi ama otuz yıldır memleketine gelmemişti.
Çok heyecanlıydı. Çarşıda her gördüğü tanıdığı masamıza oturtuyordu. Buram
buram anadolu bakışları atıyordu sağa sola. Her gördüğü yaşlının ellerini öpmek
için iştahla atılıyordu. Dört kişi başladığımız masada şimdi on kişi vardık.
Avukat herkese çay ısmarlıyor, ellerini öpüyor, akrabaları, tanıdıkları
soruyordu. Masada benim dışımda herkes Dersimliydi ve her gelen benim kim
olduğumu soruyordu. Mardinliydim ve Dersimlilerin damadıydım. Avukattan daha
çok ilgilerini çekyordum. Kayınbabamın kim olduğunu soruyorlardı. Birisi
-
“Mardin mi güzel Dersim mi?” diye sordu.
-
“Mardin de güzel Dersim de” dedim.
-
“ Olur mu yaw, Mardin gibi şehir var mı ya, taş
şehir, müthiş bir yer” dedi Hakim abi bana katılmayarak.
-
“ Ya tabi her yerin ayrı bir güzelliği var
buranın da doğası…” derken sözümü kesti Hakim abi
-
“ Mardin bambaşka bir yer yaw, taş şehir, bir
sürü farklı din ve etnik kimlik bir arada yaşıyor kardeşçe”
-
“ Valla herhalde güçleri birbirine yetmiyor.
Yoksa Araplar ve Kürtler birbirlerini pek sevmezler, diğerleri de öyle
birbirlerine bayılmıyorlar. Tarihte birbirlerini az öldürmemişler” diyerek
memleketimi kötülemeye devam ediyordum. Mardin’i çok sevmeme rağmen engel
olamadığım bir hainlik ve gaflet içerisindeydim memleketime karşı.
Masamıza altmış yaşlarında bir seyyar satıcı yanaştı. Elinde
içinde çokça şalvar ve yelek olan kocaman siyah bir poşet vardı. Omuzlarında da
yine bir sürü yelek ve şalvar. Elinde koltuk değneği ile yaşlı bir adam yeleği
denedi ve çok beğendi. Paket yapmasını istemeden önce fiyatını sordu:
-
“ 25 Lira” dedi satıcı.
-
“ 25 Lira mı!? Ben 10 liradır dedim. Fazla 25
lira. 10 liram var.”
Satıcı konuşmadı. Yelek elinde yavaş hareketlerde
bulunuyordu. 10 liraya versem mi acaba diye düşünüyordu muhtemelen. 10 değil de
15 dese kesin verecekti ama 10 istediği rakamın çok altındaydı. Ayrıca 10 lirayı kabul etmesi kendisi için
büyük bir risk taşıyordu. Masada 10 tane adamdık ve hepimiz aynı fiyata
isteyebilirdik. Koltuk değnekli adamla yalnız olsaydı belki de 10 liraya
verirdi yeleği. Satıcı suskunluğunu bozarak:
-
“ 10 lira az “ dedi yüksek olmayan bir sesle.
-
“ 10 liram var kabul ediyorsan alıyım”
-
“10 lira çok az dayı ne yaptın!” dedim pazarlığa
karışarak.
Masadan beni destekleyen sesler çıktı. Hatta oturanlardan
biri satıcıya destek olmak için:
-
“ Kısa çorap da satıyor musun?”
-
“Satıyorum” deyip iki tane verdi adama.
-
“Ne kadar ikisi”
-
“ 5 lira”
Beş lira adama çok geldi ama çok bir şey de diyemedi.
-
“ 1 lira olmaz mı” diye şaka yaptım. Kimse
gülmedi.
-
“ Tamam paket yap ikisini” dedi adam çaresizce.
-
“ Bana da iki tane verir misin?” diyerek ben de
satıcıya destek oldum.
Tayfun ve Hasan ellerinde iki poşet pide ekmek ve iki de kavunla
geldiler.
-
“ Gideceğimiz yerde yemek var siz niye aldınız”
dedim Hasan’a.
-
“ Bunlar bizim için değil Tayfun abi başkasına
aldı.”
Hasan otuz yaşındaydı. Yirmi sene İstanbul Gazi
Mahallesi’nde yaşadıktan sonra Dersim’e taşınmış geçen sene.
Avukat sürekli telefonla konuşuyordu. Müvekkilleri onu rahat
bırakmıyordu. Bu durum Tayfun’un canını sıkıyordu. Çünkü Dersim dağlarında
telefon çekmiyordu ve telefonun çektiği yerlerde de avukat arabayı durdurup
dakikalarca konuşuyordu. Dersim’e tatil ve bol bol gezi fotoğrafları çekme
niyetiyle gelen Tayfun bu duruma çok bozuluyordu.
Tayfun ve Hasan’la yiyecekleri bagaja koyduk. Tayfun:
-
“Hadi gidelim avukat nerde?” diye sordu.
-
“Avukat bankaya kadar gitti. Bekleyin dedi”
dedim
-
“ Mına koyım sürekli bir şeyi çıkıyor. Adam 24
saat telefonla konuşuyor. Gezmeye gelmişsin insan kapatır telefonunu”
-
“ Avukatların telefonu böyledir abi. Benim
birkaç avukat arkadaşım var adamlar telefonlarına bakmıyorlar artık.”
-
“Ya tamam da insan sürekli konuşmaz. Mesaj yaz
olsun bitsin”
Tayfun çok sıkılmıştı bu durumdan. Her konuştuğu kişiye
“arkadaşım avukattır” havasını atıyordu ama bunun bedeli dakikalarca telefon
konuşması olmamalıydı. Ayrıca daha birçok yer gezilecek, fotoğraflar çekilecek
ve instagrama fotoğraf yetiştirilecekti.
Yarım saatlik uzun bir bekleyişten sonra avukatı bankadan
alıp yola koyulmayı başarabildik. Avukat bu sefer de arabada telefonla
konuşmaya devam ediyordu. Ben de arkada Hasan’la biraz sohbet ettim:
-
“ Ne iş yapıyorsun burda?” dedim
-
“Amatör Ligde hakemlik yapıyorum bir de KPSS’ye
hazırlanıyorum”
-
“ Hadi ya! Ne güzel. Yan hakem misin, orta hekem
mi?
-
“ Değişiyor. Sadece birini yapmıyorsun ikisini
de yapıyorsun”
-
“Maç başına mı para alıyorsun?”
-
“evet”
-
“ Cüneyt Çakır’ı beğeniyor musun?”
-
“İyidir. Fena değil. Çok torpil dönüyor bu
işlerde ama”
-
“Nasıl yani, Çakır torpille mi büyük maçlara
atanıyor”
-
“Türkiyenin hakem danışmanı kim? Collina.
Nereli? İtalyan. UEFA hakem komitesinin başındaki adam nereli? İtalyan. Her
yerde torpil işliyor.”
UEFA’ya güvenmiyordu Hasan. UEFA da Türkiye’deki belediyeler
gibi işliyordu ona göre. Hakem
danışmanımız İtalyan değil de Kürt olsaydı Hasan şuan Süper Lig hakemi
olabilirdi.
Dersim-Ovacık yolunda dağlar ve munzur nehri eşliğinde
ilerliyorduk. O kadar güzeldi ki her taraf yol bitmesin istiyordum. Dağ
başındaki askeri karakolun yanından
geçiyorduk. Daha önce karakolun önünden yol geçiyordu ama PKK’nin bölgedeki
eylemlerinden sonra o yolu kapatıp üst taraftan bir yol açmışlardı. Karakolun
etrafını da betonlarla çevirmişlerdi. Görünürde bir tane bile asker yoktu.
Karakol orada sadece canını ve dalgalanan Türk bayrağını koruyordu. Tuhaf bir
memlekette yaşıyorduk. Pikniğe giderken üstümüzden bir roket uçup karakolu bombalayabilirdi.
Dersimliler için savaş artık sıradan bir şey olmuştu.
Piknik yerine geldik. Yeşillikler içinde munzur kenarında gölgelik,
serin bir yerdi. 35 derecelik havada bir vaha gibiydi. Tayfun’un keyfi
yerindeydi. Telefon çekmiyordu çünkü ve fotoğraf çekebileceği çok güzel yerler
vardı.
Her şey çok güzeldi ama bir problemimiz vardı. Piknik
yerinin işletmesi henüz sezonu açmamıştı ve bizim yanımızda yiyecek, içecek bir
şeyler yoktu. Burada duramazdık ama en yakın gidebileceğimiz yer en az 30-40 km
uzağımızdaydı. Dersim’in virajlı dağ yollarında azımsanacak bir mesafe değildi.
Tayfun birkaç instagram fotoğrafı çektikten sonra
problemimizle ilgilenebildi.
-
“ O zaman şu elimizdeki pideleri falan köye
bırakalım ordan bir yerlere geçeriz” dedi.
-
“ Köy nerde abi, söylediğin köyü kimse bilmiyor”
dedim.
Tam o sırada transit bir araba geldi piknik yerine. İçinden
kadınlı erkekli gençler indi, piknik yapmaya gelmişlerdi. Tayfun onlara yanaşıp
aradığı köyün yerini sordu. Adamlar Allah’tan ki biliyorlardı da anlattılar.
Hepimiz arabaya bindik. Tayfun şoför koltuğunda adamla konuşmaya devam
ediyordu.
-
“ Ya biz bilmiyorduk burası kapalıdır. Yanımızda
hiçbir şey de getirmedik.”
Adam da kendilerinden yemek teklifi beklediğimizi düşünerek,
-
“ Gelin isterseniz birlikte yiyelim, ne varsa
hep birlikte yeriz” dedi.
-
“ Yok ya, teşekkür ederim. Biz gidelim. Sağolun”
Adamlardan uzaklaşırken;
-
“Adam gelin birlikte yiyelim diyor. Beş tane
leopar gibi adamız amk. Nasıl doyuracan bizi” dedim.
Arabadakiler leopar esprime çok güldüler. Öyle böyle gülmek
değil, çok güldüler. Şimdi farkettim, yazarken çok komik değil ama orda o
atmosferde ve benim söyleyiş şeklimde düşünülünce komikti. Onlar henüz ilk
esprinin şokunu atlatamamışken ,
-
“ Eti bile pişirmelerine gerek kalmaz valla, çiğ
çiğ yeriz”
Buna da çok güldüler. Yine komik gelmeyebilir size ama
inanın o atmosferde bıdı bıdı bıdı bıdı….
Geyiksuyu yönünde köy arıyorduk. Yolun solunda kalan bir
köye saptık. Yollar çok bozuk olduğu için arabanın altı vurmaya başladı.
Arabadan indik. Az ilerde karı koca iki ihtiyar evlerinin önünde duruyordu.
Uzaktan seslendik,
-
“ Ali Ağa bu köyde mi oturuyor, tanıyor musunuz
onu?”
-
“ Yok o burda oturmuyor. Benim eski köyümde
oturuyor.”
-
“ Senin eski köyün neresi dede?”
-
“Çok geldiniz geride kaldı. Arı kovanlarını
göreceksiniz dönerken, ordan girin.”
-
“ Tamam dayı sağolasın”
Tekrar arabaya döndük.
-
“Dedenin yerinde olsam ‘ne Ali Ağa’sı ağalık mı
kaldı amk” derdim” dedim.
-
“ Gençler bizim değerlerimizle alay ediyor”
diyerek şakayla karışık bir sitemde bulundu avukat. Normaldi böyle demesi. Adam
memleket hasretiyle ölüyordu. Çökelek görse gözleri doluyordu.
Arı kovanlarının ordan girdik köy yoluna. Yine arabanın altı
vurmaya başladı. Tayfun ahriç hepimiz arabadan inip yaya devam ettik yola.
Köyde sadece iki ev kalmıştı. Devlet tarafından boşaltılan
bir köydü. Köylülerden köyün eski haline dair hikayeler dinledik. Çok canlı ve
güzel bir köymüş ama şimdi sadece iki ev vardı.
Bir eve konuk olduk. Tayfun’un arkadaşının ailesinin eviydi.
Bizi çok sıcak karşıladılar. Ali Ağa’yı bulmuştuk sonunda. Biz adama hala Ağa
diyorduk ama o:
-
“Soyadım ‘Ağa’ değil ‘Ağ’” dedi.
Evde Ali Ağa dışında karısı, erkek kardeşi ve iki çocuğu
daha vardı. Kardeşi Üniversitede hoca, çocuklarıysa bilgisayar mühendisi ve
kimya mühendisliği okuyordu iyi okullarda. Bir kızı da tıp okuyormuş.
Dersimlilerin bir özelliği de eğitimdeki başarılarıdır zaten.
Evde bir de Sivas Kangal köpek vardı. Devasa boydaydı.
Köpekten ziyade bir aslana benziyordu. Geldi masamızın yanına oturdu. Tehlike
sezmediği için uysaldı ama avukat korkuyordu. Ben korkmuyordum çünkü köpekle aramda
avukat oturuyordu.
Sofra kuruldu. Çay, çökelek, niyaz, yoğurt, peynir, tereyağı,
köy ekmeği. Hepsini kendileri yapmıştı. Müthişti. Hayatımda yediğim en güzel
yemeklerdendi. Büyük bir iştahla yiyiyorduk. Tayfun’a sessizce:
-
“Adamlara getirdiğimizden fazla yedik amk.”
Dedim.
Derken misafir bir ihtiyar daha geldi. O da o köydendi. Bir gözü
içeriye doğru göçüktü. Sanki gözüne bir metreden gaz kapsülü sıkılmış gibiydi.
Dişleri yoktu ve ne söylediği pek anlaşılmıyordu. Dersim katliamı sırasında beş
yaşındaymış. Dersim katliamı tanığı olması avukatın ilgisini çekmişti. Ben daha
önce böyle çok hikaye dinlediğim için çok ilgimi çekmemişti. Avukat:
-
“Dayı bir anlatsana o günleri, nasıldı?” dedi.
-
“ B.n.m ba.am dav.ra g….şti. b.z d.ha kü.ükt.k.”
diye harfleri yuta yuta ne söylediği çok anlaşılmadan hikayesini anlatmaya
başladı.
İhtiyar hikayesini anlatıyordu ama kimse onu dinlemiyordu.
Herkes kendi aralarında bir şeyler konuşuyordu. Ortamda yüksek bir uğultu
vardı. Avukat çökelek ve yoğurda gömülmüş ihtiyarı unutmuştu. Geriye bir tek
ben kalmıştım ihtiyarın elinde. Gözlerimin içine bakarak hiçbir sözünü
anlamadığım acıklı hikayesini anlatıyordu. Telefonum çaldı. Açtım, konuştum, kapattım.
İhtiyar hala hikayesini anlatıyordu inatla. Hikayeyi dinelemesem de sonunu
biliyordum en azından; ihtiyar ölmemiş, kurtulmuştu.
Çok güzel karşılanmış ve çok güzel bir yemek yemiştik. Ali
Ağa ve ailesini çok iyi hatırlayacaktık. Çok fazla zamanımız yoktu. Sarıldık,
vedalaştık.
Yola kadar yürüdük, arabanın altı çarpmasın diye. Asfalt
yolda arabaya bindik. Tayfun:
-
“Amk. Ali ağa ve karısı ne kadar çirkindi. Hayret
bunlar nasıl manken bir kız doğurmuş. Bunların kızı manken biliyor musunuz,
benim arkadaşım.”
Ali Ağa ve ailesi hiçbirimizi tanımıyorlardı. Biz de onları
tanımıyorduk. Tayfun’un asıldığı manken kızın ailesi. Kıza ısrar etmiş herhalde
senin aileni göreyim diye. Tayfun’un sikinin hatrına yedik o çökelekleri.
Ali Ağa’dan sonra munzur kenarında durup ayaklarımızı suya
soktuk, sonra su kenarı bir mekanda durup bira içtik. Sonra da günü bitirdik.
Akşam eve döndüğümde eşime seyyar satıcıdan aldığım çorapları
gösterdim beğeneceğini düşünerek:
- “Nerden aldın bu boktan çorapları. Sahte marka hem bunlar”
dedi.
26 Haziran 2016 PAT
patoyku@gmail.com
www.facebook.com/pat.oyku
patoyku@gmail.com
www.facebook.com/pat.oyku