“Oturduğu koltuk koltuktan ziyade
bir taht gibiydi. Yaptığı işe göre çok iddialıydı. Osmanlı döneminde öyle bir
koltuğa oturabilmeniz için en az beş on kardeşinizi öldürmeniz gerekebilirdi.”
Bir televizyon çekimi için
Diyarbakır’daydım. İstanbul’dan Diyarbakır’a arabayla gidemezdim. “Keşke benim
de böyle bir arabam olsa” diyebileceğiniz bir arabam yoktu. En mantıklısı
uçakla Diyarbakır’a gitmek ve orada araba kiralamaktı.
Havaalanında Servet ile buluştuk.
Servet bana çekimlerde yardımcı olacak olan arkadaşın adıydı. 20 yaşında ve
yaşıtlarına göre daha akıllı biriydi.
Araba kiralamak sandığım kadar
kolay olmayacaktı. Diyarbakır’ı iyi bilmiyorduk. İşlek olmayan bir caddede
araba kiralayan bir yer arıyorduk. Görünürlerde hiç rent a car’cı yoktu.
Güven ve zenginlik
göstergelerinden uzak üzerinde “ Debriyaj Oto” yazan bir tabela çarptı
gözümüze. Apartmanın ikinci katındaydı. Çok işimiz vardı ve zaman kaybetmek
istemiyorduk. Arabamızın anahtarı bizi bekliyordu ama biz apartmanın girişini
bulamıyorduk. Tuhaf bir yapısı vardı apartmanın. İnsanlar evlerine tırmanarak
mı çıkıyorlardı. Hırsızlığa karşı müthiş bir apartman modeliydi. Sora sora
apartmanın girişini bulabildik.
Apartmanın girişinden yoksulluk
akıyordu. Duvarda aidatlarını ödemeyenlere yönelik sert mesajların olduğu geçen
seneye ait bir kağıt vardı. Arabaya ihtiyacımız vardı, umudumuzu
kaybetmemeliydik. Doğru apartmana mı girmiştik acaba. Bir insan burda para
kazanabileceğini nasıl düşünebilirdi. Her şey müşteri memnuniyetsizliği içindi.
Evet, gerçekten Debriyaj Oto diye
bir yer vardı. Kapıyı otuzlu yaşlarında, dişleri sarı, kundurası boyalı bir
adam açtı. Bizi gördüğüne sevinmedi, sevinmiş gibi de yapmadı, zaten
bekliyormuş gibi davrandı.
Kocaman bir masada karşısına
oturttu bizi. Oturduğu koltuk koltuktan ziyade bir taht gibiydi. Yaptığı işe göre
çok iddialıydı. Osmanlı döneminde öyle bir koltuğa oturabilmeniz için en az beş
on kardeşinizi öldürmeniz gerekebilirdi. Masanın üstündeki ahşap tahta
parçasının üstüne adını ateşle kazımıştı: Süleyman Narin. Arkasındaki vitrinde
de üzerinde hat sanatıyla “Debriyaj Oto” yazan bir tabak vardı. Sigara
dumanının dağılmasıyla birlikte bir diz üstü bilgisayar göründü. Gözünü kağıt
oynuna diken Süleyman Narin götüyle dinliyordu bizi.
Süleyman Narin’den az benzinle
çok giden, ucuz ve aynı zamanda konforlu bir araç istedik. Yaklaşık bir dakika
süren sessizliğinin ardından suskunluğunu bozan Narin “ Böyle bir araba dünyada
henüz üretilmedi ama isterseniz başka arabalarım var” diyerek uzlaşmaz bir tavır
sergiliyordu. Ne yapıyordu bu adam. Değerli müşterilerini böyle germeye hakkı
yoktu. İstediğimiz arabanın tam tersi özelliklerinde olan başka bir araç sundu
bize. “Günlük kirası 130 TL, hasar halinde de masraflar size ait” dedi. “ 100
TL olmaz mı?” dedim. “Olmaz” dedi. Debriyajı bırakıp gaza bastık.
Fazla zamanım kalmamıştı. Tam
şansıma küfür edecektim ki başka bir oto kiralamacı gördüm. Hem de yol üstünde
bir dükkan: “Ramo Oto”. Tabelada kelime oyunu yapmışlardı hatta: “ramOto”.
Dükkan çok küçüktü, 3-4 metrekare
bir şeydi. İçinde bir masa, üç sandalye ve bir sebil ( varya hani şu
hastanelerde hem sıcak hem soğuk su veren su dolapları. “Biliyoruz”
diyeceksiniz. Ben bilmiyordum adını, bilmeyenler için yazdım) vardı sadece.
Çok yorulmuş ve susamıştık. Sebilden
birer bardak soğuk su içtik. Sebil dükkana artı puan kazandırıyordu. Sempatimi
de kazanmıştı ayrıca. Su çok soğuktu, dişlerim sızladı.
Yirmi beş–otuz yaşlarında, mavi
gözlü, atletik bir genç bakıyordu dükkana. Yüzünün bir tarafında büyük bir yarık
izi vardı. Belki hoşuna gitmez diye sebebini sormadım ama suratına jilet
yemişti galiba. Aynı şekilde az yiyen çok giden bir araba isteğimizi ona da
yineledik. “Tamam, elimde tam size göre bir tane var” dedi. Her şey çok iyi
gidiyordu. Sebilden bir bardak su daha aldım, biraz sıcak su ekleyerek. Bu
sefer de sıcak olmuştu su.
Kapının önündeki beyaz fiat
arabayı gösterdi bize. İstanbul’daki taksicilerin çoğu bu arabayı kullanıyordu.
Onlar kullanıyorsa eğer kesin az yakıyordur. Araba yıkamadan yeni geldiği için
parlıyordu ama içi pek iç açıcı değildi. Koltuklarda bir sürü sigara yanığı
vardı. Tozluydu ve kapılardan birinin pencere otomatiği çalışmıyordu. Ayrıca
bir kapıyı da içerden açamıyordunuz. Tüm bunlar kiralamama engel değildi, satın
almayacaktım ya. Üç gün kullanıp geri verecektim.
“Size 110 Lira olur” dedi. Bizi
sevdiğini ima ediyordu ama yüzünde buna dair bir belirti yoktu. Gözüm sürekli
yüzündeki çiziğe takılıyordu. Kız davası mıydı acaba? “Abicim tam 100 yap şunu”
dedim. “Ben burda çalışanım, indirim yapmaya yetkim yok, başka yerde bu kadar
ucuza bulamazsınız” dedi. Diyarbakır’ın neresinden olduğunu sorup bizim de Kürt
olduğumuzu söyledim. Fiyata bir etkisi olmadı. Değil Kürt Allah olsan
farketmezdi onun için. Servet de arabasının aslında kötü olduğunu ve 110 lira
etmeyeceğini söyledi. “Siz bilirsiniz” dedi Yaralı Yüz. Berbat bir durumdaydık.
Süleyman Narin geldi aklıma ve 110 liralık teklifi kabul etmek zorunda kaldım.
Pazarlığımız sürerken içeri iki
maliye memuru girdi. Sebilden birer bardak su içtikten sonra masaya yöneldiler.
Oturacak başka yer olmadığı için kalkıp adamlara yer verdik.Vergi levhası ve
diğer resmi belgeleri falan istediler. Yaralı Yüz istifini bozmadan rahat cevaplar
veriyordu ama istedikleri hiçbir belgeyi de veremiyordu. Türlü türlü yalanlar
söyleyerek adamları ikna etti. Sebilden birer bardak daha su içip gittiler.
Mekanın resmi bir işletme olmaması beni rahatsız etmemişti. Türkiye’de olağan
şeylerdi bunlar.
Üç günlük parasını peşin alarak
karlı bir işe imza atmıştı Yaralı Yüz. Artık bir arabamız ve bizi bekleyen bir
işimiz vardı. Ama benzinimiz yoktu. İbre sıfırın altındaydı. En yakın
benzinlikte 150 liralık benzin doldurduk. Arabayı kullanmıyor sanki ittiriyordum.
Zorla gidiyordu. Neyse gidiyordu ya işte.
Çok önemli bir konuğumuz vardı.
Ropörtajı yaptıktan sonra Diyarbakır’ın meşhur On Gözlü Köprü’sünde detay
çekimler yapmak için konuğumuzla birlikte arabaya bindik. Arabanın kiralık
olduğunu söyleyerek imajımızı kurtarmaya çalıştım.
Arabayla biraz ilerledikten sonra
birden durdu. Tekrar çalıştırmaya çalıştım ama işe yaramıyordu. Günbatımına
yakın bir saatti. Ramo Oto’dan Yaralı Yüz’ü aradım gelmesi için. Konuğumuz
zamanının olmadığını ve gitmek zorunda olduğunu söyledi. Adamı bir daha bulma
şansımız yoktu. Sinirlerim iyice gerildi. Arabayı henüz birkaç saat önce
almıştık ve elimizde patlamıştı.
Yaralı Yüz bizimkine benzer
dandik bir arabayla yanımıza geldi. Suçun bizde olmadığını arabanın
kendiliğinden birden bozulduğunu söyledik. Hemen bize hak vereceğini düşünerek
hata etmiştim. “Arabayı tamirciye götürüp niçin böyle olduğunu öğrenelim önce”
dedi. Çekici çağırıp arabayı tamirciye götürmek için yükledik. Biz de Yaralı
Yüz’ün aracına binerek çekiciyi takip etmeye başladık.
Yolda Yaralı Yüz’le satranç
oynuyorduk adeta. Ben suçun bende olmadığını sadece birkaç saat düz yolda
kullandığımı söylüyordum. O da bana çalışır vaziyette verdiğini ve problemin
birazdan tamircide anlaşılacağını söylüyordu. Kibar konuşuyordu, faturayı
kibarlıkla bana kakalamaya çalışıyordu. Ayrıca “ Çekicinin parasını da müşteri
öder” diyordu. Diyarbakır’da soygun silahlarla değil kiralık arabalarla
yapılıyordu demek.
Tamirciye gelmiştik. Kesin
tamirciye gelmeden önce adamı arayıp tezgahı kurmuştur diye düşündüm. Bu
sebepten tamirciye itibar etmiyordum, kesin suçu bana kilitleyecekti.
Tamirci yalandan arabanın
etrafında gidip geldi ve düşündüğüm gibi suçu bende buldu. Bilmem ne borusunu
ben kırmışım ve 270 lira masrafı varmış.“Düz yolda nasıl kırılır, debriyaja
bastım, gaza bastım. Başka bir şey yapmadım” dedim. “ Yok abi bu araba
zorlanmış” dediler. “Dandik araba zorlanması benim suçum mu, hem siz
arkadaşsınız neden inanayım size” diye güvensizliğimi belirttim. Bunu duyan
Yaralı Yüz çok sinirlendi ve bana “ tamam gidelim” dedi.
Arabaya bindik. Kontağı
çalıştırmadan önce sitem dolu bir konuşma yaptı. “ arkadaşımın yanında beni
rezil ettin, bizi dolandırıcılıkla suçladın. Lanet olsun paraya, para verme.
Bizim gururumuzla oynadın” diye duygusal bir konuşma yaptı. Konuşma esnasındaki
“para verme” sözünün yarattığı güvenle kendisinden özür diledim. Beni yanlış
anladığını ve kendisini yeterince tanımadığım için böyle düşündüğümü söyledim.
Artık ipleri eline almıştı Yaralı Yüz. Dükkana geri dönüyorduk. Yol boyunca
kırılan gururundan ve dürüstlüğün kendisi için ne kadar önemli olduğundan
bahsetti. Ben de lanet olsun diyerek tamam dedim ya “Masrafların yarısını sen
öde yarısını ben” dedim. Yaralı Yüz çok sinirlendi ve “Hayır abe, sen beni
anlamamakta inat ediyorsun, anlamıyorsun beni” dedi. Doğru söylüyordu,
anlamamıştım onu. Tüm o duygusal konuşmaları parayı benden almak için yapmıştı.
Dükkandaydık. Yaralı Yüz alıştıra
alıştıra ha bire bana yeni faturalar çıkarıyordu. “Arabanın serviste kaldığı
her gün için de kirasını ödemen gerekiyor, sözleşmede yazıyor” dedi. Gaz
odalarında insan öldürüp sabun yapanlar bundan daha vicdansız değillerdi. Sabah
ki maliyeciler geldi aklıma, hiçbir resmiyeti yoktu bu mekanın. “ İstersen mahkemeye
ver, param yok” dedim. “Mahkemeye gerek yok. Allah’a şükür işimizi mahekemeye
bırakmayız biz” dedi. Tamircide gururu incinen dürüst adam bizi tehdit ediyordu
şimdi. Servet nafile bir çabayla arabanın muayenesinin yapılmadığını
ispatlamaya çalışıyordu. Yüzündeki jilet izinin nasıl olduğunu şimdi daha iyi
anlıyordum. Tekmeye kafa atan futbolcular gibi bu da jilete kafa atan bir
tipti. Bu tarz adamları iyi tanıyordum. Canını verir parasını vermez
böyleleri(gerçi verilmeyen para benimdi).
330 lira araba kirasının yanı
sıra bir de 150 lira benzine vermiştim. Yani 480 liraya karşılık adamla papaz
olup yüzümde bir jilet iziyle bitirebilirdim günü. “Tamam. 480 lira senin
olsun, masrafları öde, arabanı al, ödeştik” dedim. Beni yola getirdiğini
anladığı için tekrardan yiğit, mert, gururlu delikanlıyı oynamaya başladı. “
Abe mesele para değil, keşke böyle olmasaydı, işin görülseydi” de bana iyilik
yapıyormuş da bizde yanlış olmaz da, da da da amk! Dükkandan çıkarken sıcak su
karıştırmadan soğuk bir su içtim sebilden.
Oto kiralamacılara karşı derin
bir travmayla dönüyordum Diyarbakır’dan. Uçağın penceresinde görünen yüzüme
bakıyordum. 480 liram gitmişti ama neyse ki yüzüm hala tek parçaydı.
patoyku@gmail.com
www.facebook.com/pat.oyku
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder