“Uzun saçlı sakallı,küpeli birisi
içeri girdi. Bitlis-Diyarbakır halk oyunları için gelmiş olamazdı. Zurnacı hiç
olamazdı. adı Umut’tu.”
Üniversitede ilk yılımdı. Sadece
yurttan birkaç arkadaşım vardı ve daha fazla insanla tanışıp İstanbul’u
keşfetmek istiyordum. Hayal ettiğim ortamı bulmak için sabırsızlanıyordum.
Politik bir
okuldaydım. Okul koridorları sol fraksiyonların masaları ve afişleriyle
doluydu. İlk defa böyle şeyler görüyordum. Daha önce dershane kantinlerinde
popçuların afişlerini görmüştüm sadece. Her şey çok heyecan vericiydi.
Bir gün
okul yemekhanesinin çıkışında sol bir örgütün standına denk geldim. Masanın
üstünde iki küçük hoparlörden grup yorumun şarkıları yükseliyordu. Lise
yıllarımda bol bol Grup Yorum dinlediğim için hemen ilgimi çekti. Dershaneye gidecek
parası olmayan emekçi ailelerin çocuklarına ders verecek gönüllüler arıyorlardı.
İşte bu tam bana göreydi.Halkıma olan borcumu ödemek için karşıma çıkan bir
şanstı.Vurun Kahpeye romanındaki aydınlığı temsil eden idealist kahpeydim. Bir
form doldurdum. Seni arayacağız dediler.Hem toplumsal bir görevi yerine getirip
halkıma olan borcumu ödeyecek hem de hayal ettiğim gibi devrimcilerle
tanışacaktım.
‘Öğleden
sonra saat 2’de Öğrenci Kültür Merkezi
Halkbilim Kulübü’nde toplanıyoruz’diye bir telefon aldım. Beklediğim çağrı
yapılmıştı. Saat 2’de Halkbilim Kulübü’ndeydim.İçerisi otantik bir zevkle
döşenmişti.İlk gözüme çarpan duvara asılı saz ve kilim olmuştu.Beni karşılayan
Samet adında çilli,gözlüklü arkadaşla selamlaştıktan sonra sedirde oturan
tombik davulcunun yanına geçtim.Ortam ‘Halk Bilim ‘ismindeki ‘Halk’kelimesinin
hakkını veriyordu ama bilime dair bir şey görememiştim henüz. Duvarda ‘Bitlis
ve Diyarbakır halk oyunları kayıtları devam etmektedir’yazıyordu. Bunu bilim
olarak kabul etmeli miydim acaba?
Öğrenci
Kültür Merkezi’ndeki kulüplerin çoğu siyasetlerin örgütlenme yeriydi.Film
çekmek için sinema kulübüne gidip bir kaç ay sonra F tipinde yatmak üzere
mahkemeye çıkabilirdiniz. Halkbilim Kulübü de böyle bir kulüptü.
Samet
diğer gönüllülerin de birazdan geleceğini ve Okmeydanı’na gideceğimizi söyledi.
Beklerken bir çay ikram ettiler.
Davulcu dertliydi .Zurnacının ihanetine uğramıştı. Dertli ve kızgın bir
şekilde aralarındaki münakaşayı anlatıyordu Samet’e.” Düğünlerde saçılan bahşiş
paralarını toplaması için oğlumu da götürüyordum. Zurnacı oğlumun para
yürüttüğünden şüphelendiği için mırın kırın etmeye başladı. Açık açık
söyleyemiyor ama ima ediyordu. Sonra benim oğlan da gelsin seninki tek başına
yetişemiyor dedi. Ben de tamam gelsin dedim.Bizi para çalmakla suçlayan adamın
kendi oğlu para çalıyordu . Oğlum onu paraları cep yaparken yakalamış,müdahale
etmek isteyince de oğlumu dövmüş.” diye anlatıyordu. Bu zamanda namuslu zurnacı
bulmak çok zordu. Başka biriyle anlaştığını ve birazdan geleceğini söylüyordu.
Uzun saçlı
sakallı,küpeli birisi içeri girdi. Bitlis-Diyarbakır halk oyunları için gelmiş
olamazdı. Zurnacı hiç olamazdı. Samet tanıştırdı ,adı Umut’tu. O da öğrencilere
gönüllü ders vermek için gelmişti.
“Birazdan Hüseyin gelecek.Onunla
birlikte Okmeydanı’na gideceksiniz” dedi Samet. Ne yani koca okulda halkına
borcu olan sadece ikimiz mi vardık? Umut’la Hüseyin’i bekliyorduk şimdi.
Bu arada beklenen zurnacı da
geldi. Davulcu hemen arkadaşını tanıştırıp övmeye başladı ve zurnacıdan
çalmasını istedi. Zurnacı büyük bir iştahla çalmaya başladı. Ortalığı
inletiyordu. Derken davulcu da ona eşlik etmeye başladı. Kafam şişmişti.
Hüseyin nerde kaldı demeye kalmadan adamımız çıkageldi. Fazla zamanımız yoktu.
Davul ve zurna eşliğinde Halkbilim Kulubü’nden ayrıldık.
Körüklü halk otobüsüyle bir
saatte zor vardık Okmeydanı’na. Zengin muhitlerde göremezsiniz onu, fakir
semtlerin kısmetidir. Tren gibi uzunluğuna aldırmadan ara sokaklardan gidiyordu.
Körüklü’de oturduğumu ise hiç hatırlamıyorum. Oturanların da zaten koltuklar
gibi hep var olduklarını düşünmüşümdür.
Körüklü enerjimin yarısını
almıştı. Şimdi de korkunç bir yokuş bekliyordu beni. “ Ne işim var buralarda,
ne yapıyorum ben” gibi içimde filizlenmeye başlayan soruları da bastırmaya
çalışıyordum bir yandan.
Bize rehberlik eden Hüseyin hukuk
okuyordu. Ben ve Umut ise geleceği olmayıp geçmişimizi siken bölümlerde
okuyorduk.
Üç katlı bir apartmanın önünde
durduk. “Yer burası “ dedi Hüseyin. Apartmanın yıkılması için küçük bir bahane
yeterliydi. Değil Marmara, Ege’deki bir artçı deprem bile yeterliydi. Hüseyin “
Öğrenciler de yukardadır” diyerek bizi yukarıya davet etti.
İkinci katta ismi Eylül olan bir
kadın bekliyordu bizi. Duvarlarda çerçeveli bir sürü fotoğraf vardı. Hepsinin
altında ‘Ölümsüzdür’ yazıyordu. Yerde sokak duvarlarına yapıştırılmayı bekleyen
yüzlerce afiş duruyordu. Körüklüden arta kalan enerjim de tehdit altındaydı.
“Öğrenciler
nerde” diye sordum. “Birazdan gelirler” dedi Eylül. “Ben aşağıda kafedeyim,
işiniz bitince gelirsiniz” diyerek gitti Hüseyin.
Eylül benle Umut’a su bardağında
çay getirdi. Umut imajına ters düşen hareketlerde bulunuyordu. Ard arda üç su
bardağı çay içerek ilgimi çekmeyi başarmıştı.
En sonunda bir öğrencimiz geldi.
Elindeki kovayla afişlemeden geliyordu. Burhan’la tanıştık. “ Arkadaşların ne
zaman gelir” deyince “ Benden başka kimse yok “ dedi. Ne yani tek öğrencimiz mi
vardı. Halbuki Eylül ‘Öğrenciler’ demişti.
“Aslında başka öğrencilerimiz de
vardı ama geçen ayki polis baskınında içeri alındılar. Burhan da tutuksuz
yargılanıyor” dedi Eylül. Hemen üçbuçuk atmaya başladım. Tuhaf bir
organizasyonun içindeydim. Öğretmene değil militana ihtiyaç vardı burda. Ve
benim militan olmak gibi bir niyetim yoktu.
Burhan matematik bölümünde
okuyordu ama ben sözel dersleri verebilirdim. Umut ise “Ben yalnızca felsefe
dersleri veririm” diyordu. Okuduğunu anlayabilen herkes felsefe sorularını çok
rahat çözebilirdi oysa. Umut gereksizdi. Demliklerini de boşaltmıştı üstelik.
Evet, her an cezaevine girip
eğitim organizasyonumuzu bitirebilecek bir öğrencimiz vardı. Alışık oldukları
için her şey çok olağan geliyordu herkese. Daha sonra tekrar buluşmak
üzere Umut’la ayrıldık ordan.
Dönerken yolda Umut’la sohbet
ettik. Kendisi anarşistti ve karşı olmadığı çok az şey vardı. “ Yıkanmaya karşıyım,
burjuvanın bize dayattığı bir kültür” diyordu. “Hiç mi yıkanmazsın” dediğimde “
Ara sıra kafamı yıkarım“ dedi. Onu da yıkamasaydın amk. diyecektim. Daha sonra
bu muhabbeti amcaoğluma anlattığımda “ Cenabet mi geziyormuş” diye bir tepki
vermişti.
Otobüsten indik. “ Bir buçuk liran
var mı pilav alıcam” dedi. Bir tek borç almaya karşı değildi arkadaş. Pilavı
yerken karşı olduğu birkaç şeyden daha bahsetti. Çok konuşuyordu. “ Bıyığında
pilav kalmış” dedim. Yanlış yeri temizledi. “Diğer tarafta” dedim. Temizledi.
Halkbilim kulubünden birkaç kez
daha aradılar ama çeşitli bahanelerle gitmedim. Umut’la görüşmeye devam ettim.
Hiç değişmedi. Söylemesi ayıp en son bir ayakkabı verdim kendisine. Halkıma
olan borcumu Umut’a ödüyordum.
PAT
patoyku@gmail.com
www.facebook.com/pat.oyku
süper üstad, ilgiyle takip ediyorum yazılarını, bu arada halkına borcunu böyle yazmaya devam ederek ödeyebilirsin :)
YanıtlaSil