14 Haziran 2014 Cumartesi

Cenabet Anarşist

“Uzun saçlı sakallı,küpeli birisi içeri girdi. Bitlis-Diyarbakır halk oyunları için gelmiş olamazdı. Zurnacı hiç olamazdı. adı Umut’tu.”

Üniversitede ilk yılımdı. Sadece yurttan birkaç arkadaşım vardı ve daha fazla insanla tanışıp İstanbul’u keşfetmek istiyordum. Hayal ettiğim ortamı bulmak için sabırsızlanıyordum.

            Politik bir okuldaydım. Okul koridorları sol fraksiyonların masaları ve afişleriyle doluydu. İlk defa böyle şeyler görüyordum. Daha önce dershane kantinlerinde popçuların afişlerini görmüştüm sadece. Her şey çok heyecan vericiydi.

            Bir gün okul yemekhanesinin çıkışında sol bir örgütün standına denk geldim. Masanın üstünde iki küçük hoparlörden grup yorumun şarkıları yükseliyordu. Lise yıllarımda bol bol Grup Yorum dinlediğim için hemen ilgimi çekti. Dershaneye gidecek parası olmayan emekçi ailelerin çocuklarına ders verecek gönüllüler arıyorlardı. İşte bu tam bana göreydi.Halkıma olan borcumu ödemek için karşıma çıkan bir şanstı.Vurun Kahpeye romanındaki aydınlığı temsil eden idealist kahpeydim. Bir form doldurdum. Seni arayacağız dediler.Hem toplumsal bir görevi yerine getirip halkıma olan borcumu ödeyecek hem de hayal ettiğim gibi devrimcilerle tanışacaktım.

              ‘Öğleden sonra  saat 2’de Öğrenci Kültür Merkezi Halkbilim Kulübü’nde toplanıyoruz’diye bir telefon aldım. Beklediğim çağrı yapılmıştı. Saat 2’de Halkbilim Kulübü’ndeydim.İçerisi otantik bir zevkle döşenmişti.İlk gözüme çarpan duvara asılı saz ve kilim olmuştu.Beni karşılayan Samet adında çilli,gözlüklü arkadaşla selamlaştıktan sonra sedirde oturan tombik davulcunun yanına geçtim.Ortam ‘Halk Bilim ‘ismindeki ‘Halk’kelimesinin hakkını veriyordu ama bilime dair bir şey görememiştim henüz. Duvarda ‘Bitlis ve Diyarbakır halk oyunları kayıtları devam etmektedir’yazıyordu. Bunu bilim olarak kabul etmeli miydim acaba?

              Öğrenci Kültür Merkezi’ndeki kulüplerin çoğu siyasetlerin örgütlenme yeriydi.Film çekmek için sinema kulübüne gidip bir kaç ay sonra F tipinde yatmak üzere mahkemeye çıkabilirdiniz. Halkbilim Kulübü de böyle bir kulüptü.

               Samet diğer gönüllülerin de birazdan geleceğini ve Okmeydanı’na gideceğimizi söyledi. Beklerken bir çay ikram ettiler.

                Davulcu dertliydi .Zurnacının ihanetine uğramıştı. Dertli ve kızgın bir şekilde aralarındaki münakaşayı anlatıyordu Samet’e.” Düğünlerde saçılan bahşiş paralarını toplaması için oğlumu da götürüyordum. Zurnacı oğlumun para yürüttüğünden şüphelendiği için mırın kırın etmeye başladı. Açık açık söyleyemiyor ama ima ediyordu. Sonra benim oğlan da gelsin seninki tek başına yetişemiyor dedi. Ben de tamam gelsin dedim.Bizi para çalmakla suçlayan adamın kendi oğlu para çalıyordu . Oğlum onu paraları cep yaparken yakalamış,müdahale etmek isteyince de oğlumu dövmüş.” diye anlatıyordu. Bu zamanda namuslu zurnacı bulmak çok zordu. Başka biriyle anlaştığını ve birazdan geleceğini söylüyordu.

          Uzun saçlı sakallı,küpeli birisi içeri girdi. Bitlis-Diyarbakır halk oyunları için gelmiş olamazdı. Zurnacı hiç olamazdı. Samet tanıştırdı ,adı Umut’tu. O da öğrencilere gönüllü ders vermek için gelmişti.

“Birazdan Hüseyin gelecek.Onunla birlikte Okmeydanı’na gideceksiniz” dedi Samet. Ne yani koca okulda halkına borcu olan sadece ikimiz mi vardık? Umut’la Hüseyin’i bekliyorduk şimdi.

Bu arada beklenen zurnacı da geldi. Davulcu hemen arkadaşını tanıştırıp övmeye başladı ve zurnacıdan çalmasını istedi. Zurnacı büyük bir iştahla çalmaya başladı. Ortalığı inletiyordu. Derken davulcu da ona eşlik etmeye başladı. Kafam şişmişti. Hüseyin nerde kaldı demeye kalmadan adamımız çıkageldi. Fazla zamanımız yoktu. Davul ve zurna eşliğinde Halkbilim Kulubü’nden ayrıldık.

Körüklü halk otobüsüyle bir saatte zor vardık Okmeydanı’na. Zengin muhitlerde göremezsiniz onu, fakir semtlerin kısmetidir. Tren gibi uzunluğuna aldırmadan ara sokaklardan gidiyordu. Körüklü’de oturduğumu ise hiç hatırlamıyorum. Oturanların da zaten koltuklar gibi hep var olduklarını düşünmüşümdür.

Körüklü enerjimin yarısını almıştı. Şimdi de korkunç bir yokuş bekliyordu beni. “ Ne işim var buralarda, ne yapıyorum ben” gibi içimde filizlenmeye başlayan soruları da bastırmaya çalışıyordum bir yandan.

Bize rehberlik eden Hüseyin hukuk okuyordu. Ben ve Umut ise geleceği olmayıp geçmişimizi siken bölümlerde okuyorduk.

Üç katlı bir apartmanın önünde durduk. “Yer burası “ dedi Hüseyin. Apartmanın yıkılması için küçük bir bahane yeterliydi. Değil Marmara, Ege’deki bir artçı deprem bile yeterliydi. Hüseyin “ Öğrenciler de yukardadır” diyerek bizi yukarıya davet etti.

İkinci katta ismi Eylül olan bir kadın bekliyordu bizi. Duvarlarda çerçeveli bir sürü fotoğraf vardı. Hepsinin altında ‘Ölümsüzdür’ yazıyordu. Yerde sokak duvarlarına yapıştırılmayı bekleyen yüzlerce afiş duruyordu. Körüklüden arta kalan enerjim de tehdit altındaydı.

  “Öğrenciler nerde” diye sordum. “Birazdan gelirler” dedi Eylül. “Ben aşağıda kafedeyim, işiniz bitince gelirsiniz” diyerek gitti Hüseyin.

Eylül benle Umut’a su bardağında çay getirdi. Umut imajına ters düşen hareketlerde bulunuyordu. Ard arda üç su bardağı çay içerek ilgimi çekmeyi başarmıştı.

En sonunda bir öğrencimiz geldi. Elindeki kovayla afişlemeden geliyordu. Burhan’la tanıştık. “ Arkadaşların ne zaman gelir” deyince “ Benden başka kimse yok “ dedi. Ne yani tek öğrencimiz mi vardı. Halbuki Eylül ‘Öğrenciler’ demişti.

“Aslında başka öğrencilerimiz de vardı ama geçen ayki polis baskınında içeri alındılar. Burhan da tutuksuz yargılanıyor” dedi Eylül. Hemen üçbuçuk atmaya başladım. Tuhaf bir organizasyonun içindeydim. Öğretmene değil militana ihtiyaç vardı burda. Ve benim militan olmak gibi bir niyetim yoktu.

Burhan matematik bölümünde okuyordu ama ben sözel dersleri verebilirdim. Umut ise “Ben yalnızca felsefe dersleri veririm” diyordu. Okuduğunu anlayabilen herkes felsefe sorularını çok rahat çözebilirdi oysa. Umut gereksizdi. Demliklerini de boşaltmıştı üstelik.

Evet, her an cezaevine girip eğitim organizasyonumuzu bitirebilecek bir öğrencimiz vardı. Alışık oldukları için her şey çok olağan geliyordu herkese. Daha sonra tekrar buluşmak üzere  Umut’la ayrıldık ordan.

Dönerken yolda Umut’la sohbet ettik. Kendisi anarşistti ve karşı olmadığı çok az şey vardı. “ Yıkanmaya karşıyım, burjuvanın bize dayattığı bir kültür” diyordu. “Hiç mi yıkanmazsın” dediğimde “ Ara sıra kafamı yıkarım“ dedi. Onu da yıkamasaydın amk. diyecektim. Daha sonra bu muhabbeti amcaoğluma anlattığımda “ Cenabet mi geziyormuş” diye bir tepki vermişti.

Otobüsten indik. “ Bir buçuk liran var mı pilav alıcam” dedi. Bir tek borç almaya karşı değildi arkadaş. Pilavı yerken karşı olduğu birkaç şeyden daha bahsetti. Çok konuşuyordu. “ Bıyığında pilav kalmış” dedim. Yanlış yeri temizledi. “Diğer tarafta” dedim. Temizledi.

Halkbilim kulubünden birkaç kez daha aradılar ama çeşitli bahanelerle gitmedim. Umut’la görüşmeye devam ettim. Hiç değişmedi. Söylemesi ayıp en son bir ayakkabı verdim kendisine. Halkıma olan borcumu Umut’a ödüyordum.

                                                                                                            PAT
patoyku@gmail.com 

www.facebook.com/pat.oyku



           


1 yorum:

  1. süper üstad, ilgiyle takip ediyorum yazılarını, bu arada halkına borcunu böyle yazmaya devam ederek ödeyebilirsin :)

    YanıtlaSil