14 Ekim 2016 Cuma

TRUVA’NIN HAYDUT ALMAN KOVBOYU


“Otelin geniş odaları vardı. Eğer 30 lira daha verseydim daha geniş bir  odada uyuyabilirdim. Geniş bir odada da uyusam küçük bir  odada da uyusam sonuçta aynı rüyaları görecektim.”


Neyse ki kahvaltıları odaları kadar kötü değildi. Salatalık ve domatesleri Çanakkale’nin bağ ve bahçelerinden taze taze gelmişlerdi. Açık büfe kahvaltıdan güzel bir kahvaltı tabağı yaptım. Otelin bahçesinde çok güzel bir güneş vardı ama tüm masalar doluydu. Dörtlü bir masada tek duran bir adamın yanına oturdum. Kırklı yaşlarında, kumral, hafif kilolu bir adamdı Suat. Evet, ismi Suat’tı. Suat’ın kahvaltı tabağı benimkinden daha doluydu. Sadece Suat’ınkine değil diğer oturanların da tabaklarına baktım. Herkes aşağı yukarı benim kadar doldurmuştu. Başkaları tarafından görgüsüz görülme tehlikesi yoktu yani.

-       “Odaları çok küçük, rahat değil. Allah’tan kahvaltıları güzel” dedim sohbet açmak için.
-       “ Bizim odamız rahattı. Hangi odada kaldınız”
-       “50 liralık odada kaldım. 80 liralık odaları daha genişmiş. Sadece uyuyucağım için ne gerek var dedim. Ama çok küçüktü”

Otelin geniş odaları vardı. Eğer 30 lira daha verseydim daha geniş bir  odada uyuyabilirdim. Geniş bir odada da uyusam küçük bir  odada da uyusam sonuçta aynı rüyaları görecektim. Küçük odayı kendim seçmiştim ama şimdi de şikayet ediyordum. Sadece sohbet etmek için söylemiştim belki de. Neden böyle davrandığımı ben de bilmiyordum. Şikayetlenerek sohbet açmak bir alışkanlığımdı belki de. Bir eleştiride bulunarak konuşmak insana kendini zeki hissettiriyordu belki de. Zeki bir insanla tanışmak üzere olduğunu ona hissettirmek istedim belki de.  

-       “ İş için mi burdasınız?”
-       “Hayır, geziyorum. Siz?”
-       “İş için. Askeriyeye et veriyoruz.”
-       “Özel bir kurum mu?”
-       “Hayır, kamu. Sakarya’da bizim yerimiz. Bölgeye dağıtıyoruz.”
-       “Askeriye’de 1960’lardan kalma et veriyorlar diyorlar doğru mu?”
-       “Yok canım. Mümkün değil. Bir sürü asker var, et nasıl kalsın o kadar. Hem bozulur.”
-       “ Ne bileyim abi. Öyle bir efsane var”

Gerçekten de “Abi askerde 1968’den kalma et veriyorlar. Etin üstünde öyle eski tarihler var” diye efsaneler vardı. Askerlikle ilgili her türlü yalanı duyduk herhalde. Bütün yalanları tüketen biri başka bir şey bulamayınca et yalanına başvurmuştu. Askerlik savaşma sanatından ziyade hayal gücünü geliştirme yeri miydi yoksa! Aslında bu yalanların asıl sebebini askerlik yapmayanlarda bulabiliriz. Tezkeresini alan arkadaşlar kendilerini ilgisiz insanlara dinletebilmek için ilginç yalanlara sığınmışlardı.

Suat’la sohbetimiz devam ediyordu.

-       “Sakarya eski Sakarya değil. Çok büyüdü. Şimdi bir de Suriyeliler çıktı. Bir sürü Suriyeli var Sakarya’da.”
-       “Suriyeliler her yerde abi. Memleketlerinde savaş var. Onlar için de çok zor”
-       “Gelmeselerdi Türkiye’ye”
-       “Onlar da gelmek istemezlerdi herhalde, savaş var ülkelerinde, ne yapsınlar”
-       “Savaşsınlardı. Çanakkale’de insanlar başka ülkelere kaçtı mı, kaçsaydı bugünkü Türkiye olur muydu?”

Bazı insanlarla tartışmak yararsızdır. Söylediklerine hak vererek saçmalama sınırlarını ne kadar zorlayacağını merak ettim. Çanakkale’de insanlar nereye kaçacaktı? Birinci Dünya Savaşı’nda her taraf savaş alanıydı zaten. Ya öldürecektin ya da ölecektin. Nitekim her iki taraf da hem öldürdü hem de öldü. Bir taraf daha fazla öldü. Daha fazla öleceğini anlayan taraf geri çekildi. Suriye’de ne savaşı olduğu belli olmayan bir savaştan çocukları ve ailesiyle kaçan insanları haklı bulmuyordu Sakaryalı Suat.  Sakarya’da kırmızı ışıkta beklerken kendisine selpak satmaya çalışan bir Suriyeli çocuk rahatsız etmese muhtemelen konu hakkında bu kadar bile düşünmeyecekti.

Muhabbetimiz devam ederken Suat’ın iş arkadaşı da geldi. Suat’la aynı yaşlarda aynı kilolardaydı. İsminin Zafer olduğunu söyledi.

-       “Dün akşam İzlanda-İngiltere maçını izlediniz mi” dedi Zafer.
-       “Yarısını izleyebildim. İzlanda destan yazıyor valla”
-       “Evet. Top oynatmadılar İngilizler’e. Adamlarda milli ruh var. Bizimkiler öyle mi! Hepsi çok ruhsuz oynuyor. Prim kavgası yapıyor bizimkiler”

Suat Suriyelilerin, Zafer ise milli takımın milliyetçiliğini beğenmiyordu.

Buna benzer sohbetlerle kahvaltımı yaptıktan sonra Sakaryalı etçilerle vedalaşıp otelden ayrıldım. Yeni istikametim Truva Antik Kenti’ydi.

Truva Antik Kenti’ne yemyeşil bir yoldan gidiyordum. Hava ve doğa o kadar güzeldi ki arabanın camını indirip vitesi düşürdüm. Yolun keyfini çıkara çıkara gidiyordum.

Truva Antik Kenti’nin önüne geldim. Bilet almak için gişeye gittiğimde benden 35 Lira istediler. Çok geldi. Ama eğer bilmem hangi bankanın kredi kartı varsa ücretsiz girebileceğimi söylediler. Neyse ki bilmem hangi bankanın kredi kartı vardı da ücretsiz girdim. 35 Lira ödemeyi göze alacak bir maaşınız yoksa kültürlenemezsiniz. Adamlara bunu söylesen “sigaraya para veriyorsunuz ama” derler. Hem sigara içip hem kültürlenemezsiniz diyelim o zaman.

Truva’nın ismi üzerinde de bir tartışma söz konusu. Troia’nın Fransızca okunuşu ‘Tuğua’ dır. Tanzimat sonrası Fransa etkisinde olan Türkiye aydınları bu söylenişe yakınlığından dolayı Truva demişler. ‘Troya’ yazılışı ise, Yunanca aslı ‘Troia’ olan bu kentin Türkçe’de duyulduğu haliyle yazılmasıdır. Arkeologlar ise antik kentlerin isimlerinin orijinal yazılış ve söylenişlerinin bozulmamasından yana. Yani ‘Troia’ diyelim diyorlar. Her ne kadar tarihçiler için bir tartışma konusu olsa da aynı şey Çanakkaleliler için söz konusu değil. Onlar bütün adlarını kullanıyorlar: Truva Turizm, Troya Kebap, Troia Otel...

Müze’nin çok güzel bir bahçesi ve bahçesinde de Truva Atı’nı temsilen bir at heykeli vardı. Müzedeki at şehir merkezindekine göre çok sönük kalıyordu. Çanakkale ilçe merkezindeki atı Hollywood Troya filminin çekiminden sonra Çanakkale’ye armağan etmiş. İki at arasında estetik olarak dünya kadar fark var. Bizim yaptığımız atla bırakın bir kenti fethetmeyi bir sokak ele geçiremezdiniz. Atın bir sürü penceresi vardı, hemen yakalanırdınız. Fotoğraf çekmek için iyiydi ama. Yukardan etrafın fotoğraflarını çektim.

Hava çok güneşliydi. Bir şapka aldım. Şapka ile birkaç fotoğrafımı çektim ve şapkanın bana hiç yakışmadığını gördüm. Güneşten koruyordu ama. Şapkayı aldığım stantdan bir de kenti anlatan kitap aldım.

Gezi parkurunda antik kenti gezmeye başladım. Gezilen yerlerde bilgilendirici tabelalar vardı. İlk tabelada “Tarihi Hırsızlık” başlıklı şöyle içerikli bir yazı vardı “ Truva Antik Kenti’ni bulan ve kazısını yapan Alman Heinrich Schliemann burda bulduğu hazineleri ve tarihi eserleri çalmıştır.”

Schliemann Avrupa’nın farklı üniversitelerinde Antik Çağ kültürleri üzerine eğitimler almış mesleğine aşık bir adammış. Birebir tanıklar, Schliemann’ın Homeros’un pasajlarını okurken gözyaşlarını tutamadığından bahsediyormuş. Bir dostuna şöyle bir mektup yazmış hatta: “Tipik Yunanlı görünümünde ve Eski Yunanca’yı bilen, Homeros’un dünyasına aşina, ideallerimi paylaşacak bir eş istiyorum”. Schliemann Sophia adında böyle bir kadın bulunca da eşini boşayıp onunla evlenmiş.

Velhasılkelam işine bu kadar saplantılı şekilde bağlı olan birisinin hırsız olabileceği aklıma yatmadı. Biraz daha araştırınca şöyle bir şey okudum “ Schliemann Troia hazineleri’ni Osmanlı sınırları dışına kaçırmış bir kişi olunca, hırsız, define avcısı ve hatta daha ağır ifadelere maruz kalmıştır. Schliemann bu hırsızlığı yaptığı zamanlar, Osmanlı’nın bunu çok da problem etmediğini ve küçük bir miktar tazminat karşılığı kendisine yeniden kazı izni verdiğini de hatırlamak gerekir. Schliemann yine bulduklarını kaçıracak, Osmanlı yine bir tazminat davası açacaktı. Tam bu dava sürerken hayatını kaybetti(26 Aralık 1890).

Osmanlı ve bugünkü Türkiye’nin tarihi eserlere yaklaşımını bilmesek belki de Schliemann’ın bir hırsız olduğuna hemen inanacaktım. Ama adamın derdi hazineleri birilerine satıp para kazanmak değil; eserlerin toplu olarak layığıyla bir müzede sergilenmesi. Nitekim Berlin Müzesi ile anlaşan Schliemann kazıdan çıkan eserleri toplu sergilenmek üzere oraya bağışlamış.

Schliemann’ın Truva Antik Kenti’ni bulma hikayesi de çok ilginç. Adam başta Homeros’un İliada’sı olmak üzere birçok edebi ve tarihi eserdeki coğrafi ipuçlarını takip ederek 1870 yılında Truva’yı buluyor.

Kendimiz bir şey keşfedemiyoruz, keşfedilen şeye değer verip koruyamıyoruz, bulana da bok atıyoruz. Adam keşfetmiş kazı yapıyor. Eğer ülkende bir müzede sergilemek istiyorsan takibini yap bari. Schliemann Allah’tan ki eserleri bulup Berlin’e toplu olarak götürebilmiş. Yoksa şimdi nerde olduklarını bile bilmiyor olurduk belki. Şuanda bile birçok tarihi mekan Türkiye’de köylüler tarafından ahır olarak kullanılıyor. Sahip çıkmaksa niyetin Schliemann’a gelene kadar yiyeceğin çok ekmek var. Kısacası “Schliemann’ı size yedirtmeyiz!”

Dünya Kültür Mirası listesine girmiş bir yerin var ama sunumun da içler acısı. Kazı yerini analatan tabelalar berbat durumda. Güneşten dolayı yazılar deforme olmuş, okuyamıyorsunuz. Tabela mı kaldı bir de! Doğru düzgün ekranlar yap, 3D animasyonlarla kentin canladırmasını yap, birçok dilde sesli anlatımların olsun…vs. Sen bunları yapmayı bilmiyorsun ama müzenin girişine “Schliemann Hırsız” yazmayı biliyorsun. Hazineyi çalmış ama size de bir hazine bırakmış. Herkesten kişibaşı 35 Lira giriş parası alıyorsun, şapka, kitap, hediyelik eşyalar satıyorsun. Sahip çıkarsan giden hazineden daha fazla para kazanırsın.

 Böyle yazmaya devam edersem yazımın başlığı “Türkiye’de Arkeolojinin Sefaleti” olabilir.

Truva’nın yakınlarında bir kafeye oturup dinlenmek istedim. Çok yürümüştüm. Çay içerken bir yandan da Jorge Luis Borges’in “Alçaklığın Evrensel Tarihi”ni okuyordum. Korsanlarla ilgili bir hikayesi vardı. Hikayenin bir yerinde korsanların savaş ganimetlerini paylaşma kanunlarını yazıyordu:

Düşman gemilerinden aktarılan malların tümü kayda geçirilir ve ambarda korunur. Korsanlar malların yalnızca onda ikisini alabilirler, geri kalanı ambarda stok edilir. Bu yasayı çiğneyen idam cezasına çarptırılır.

Görev yerini izinsiz terk eden korsan, bütün donanmanın önünde kulakları delinerek cezalandırılır, suçu tekrarlayacak olursa idam edilir.

Köylerden tutsak alınan kadınlarla güvertede oynaşmak yasaktır; herhangi bir kadına önce gemi veznedarının izni alınarak ve ancak geminin içinde tecavüz edilebilir. Bu yasayı çiğneyen idam cezasına çarptırılır

Bunu okuduktan sonra Schliemann’ın şanslı olduğunu düşündüm. Adam Osmanlı’da tazminat cezasıyla kurtulabiliyormuş. Osmanlı’nın değil de Korsanların elinde olsaydı Truva, Schliemann’ın cezası muhtemelen şöyle olurdu: Önce kulaklarını delin, sonra da veznedardan kağıt alarak kazı yerinde tecavüz edin sonra da asın gitsin.

                            14.10.2016                PAT
patoyku@gmail.com
www.facebook.com/pat.oyku


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder