“Otelin geniş odaları vardı. Eğer 30 lira daha verseydim daha geniş
bir odada uyuyabilirdim. Geniş bir odada
da uyusam küçük bir odada da uyusam
sonuçta aynı rüyaları görecektim.”
Neyse ki kahvaltıları odaları kadar kötü değildi. Salatalık
ve domatesleri Çanakkale’nin bağ ve bahçelerinden taze taze gelmişlerdi. Açık
büfe kahvaltıdan güzel bir kahvaltı tabağı yaptım. Otelin bahçesinde çok güzel
bir güneş vardı ama tüm masalar doluydu. Dörtlü bir masada tek duran bir adamın
yanına oturdum. Kırklı yaşlarında, kumral, hafif kilolu bir adamdı Suat. Evet,
ismi Suat’tı. Suat’ın kahvaltı tabağı benimkinden daha doluydu. Sadece
Suat’ınkine değil diğer oturanların da tabaklarına baktım. Herkes aşağı yukarı
benim kadar doldurmuştu. Başkaları tarafından görgüsüz görülme tehlikesi yoktu
yani.
-
“Odaları çok küçük, rahat değil. Allah’tan
kahvaltıları güzel” dedim sohbet açmak için.
-
“ Bizim odamız rahattı. Hangi odada kaldınız”
-
“50 liralık odada kaldım. 80 liralık odaları
daha genişmiş. Sadece uyuyucağım için ne gerek var dedim. Ama çok küçüktü”
Otelin geniş odaları vardı. Eğer 30 lira daha verseydim daha
geniş bir odada uyuyabilirdim. Geniş bir
odada da uyusam küçük bir odada da
uyusam sonuçta aynı rüyaları görecektim. Küçük odayı kendim seçmiştim ama şimdi
de şikayet ediyordum. Sadece sohbet etmek için söylemiştim belki de. Neden
böyle davrandığımı ben de bilmiyordum. Şikayetlenerek sohbet açmak bir
alışkanlığımdı belki de. Bir eleştiride bulunarak konuşmak insana kendini zeki
hissettiriyordu belki de. Zeki bir insanla tanışmak üzere olduğunu ona
hissettirmek istedim belki de.
-
“ İş için mi burdasınız?”
-
“Hayır, geziyorum. Siz?”
-
“İş için. Askeriyeye et veriyoruz.”
-
“Özel bir kurum mu?”
-
“Hayır, kamu. Sakarya’da bizim yerimiz. Bölgeye
dağıtıyoruz.”
-
“Askeriye’de 1960’lardan kalma et veriyorlar
diyorlar doğru mu?”
-
“Yok canım. Mümkün değil. Bir sürü asker var, et
nasıl kalsın o kadar. Hem bozulur.”
-
“ Ne bileyim abi. Öyle bir efsane var”
Gerçekten de “Abi askerde 1968’den kalma et veriyorlar. Etin
üstünde öyle eski tarihler var” diye efsaneler vardı. Askerlikle ilgili her
türlü yalanı duyduk herhalde. Bütün yalanları tüketen biri başka bir şey
bulamayınca et yalanına başvurmuştu. Askerlik savaşma sanatından ziyade hayal
gücünü geliştirme yeri miydi yoksa! Aslında bu yalanların asıl sebebini
askerlik yapmayanlarda bulabiliriz. Tezkeresini alan arkadaşlar kendilerini
ilgisiz insanlara dinletebilmek için ilginç yalanlara sığınmışlardı.
Suat’la sohbetimiz devam ediyordu.
-
“Sakarya eski Sakarya değil. Çok büyüdü. Şimdi
bir de Suriyeliler çıktı. Bir sürü Suriyeli var Sakarya’da.”
-
“Suriyeliler her yerde abi. Memleketlerinde
savaş var. Onlar için de çok zor”
-
“Gelmeselerdi Türkiye’ye”
-
“Onlar da gelmek istemezlerdi herhalde, savaş
var ülkelerinde, ne yapsınlar”
-
“Savaşsınlardı. Çanakkale’de insanlar başka
ülkelere kaçtı mı, kaçsaydı bugünkü Türkiye olur muydu?”
Bazı insanlarla tartışmak yararsızdır. Söylediklerine hak
vererek saçmalama sınırlarını ne kadar zorlayacağını merak ettim. Çanakkale’de
insanlar nereye kaçacaktı? Birinci Dünya Savaşı’nda her taraf savaş alanıydı
zaten. Ya öldürecektin ya da ölecektin. Nitekim her iki taraf da hem öldürdü
hem de öldü. Bir taraf daha fazla öldü. Daha fazla öleceğini anlayan taraf geri
çekildi. Suriye’de ne savaşı olduğu belli olmayan bir savaştan çocukları ve
ailesiyle kaçan insanları haklı bulmuyordu Sakaryalı Suat. Sakarya’da kırmızı ışıkta beklerken kendisine
selpak satmaya çalışan bir Suriyeli çocuk rahatsız etmese muhtemelen konu
hakkında bu kadar bile düşünmeyecekti.
Muhabbetimiz devam ederken Suat’ın iş arkadaşı da geldi.
Suat’la aynı yaşlarda aynı kilolardaydı. İsminin Zafer olduğunu söyledi.
-
“Dün akşam İzlanda-İngiltere maçını izlediniz
mi” dedi Zafer.
-
“Yarısını izleyebildim. İzlanda destan yazıyor
valla”
-
“Evet. Top oynatmadılar İngilizler’e. Adamlarda
milli ruh var. Bizimkiler öyle mi! Hepsi çok ruhsuz oynuyor. Prim kavgası
yapıyor bizimkiler”
Suat Suriyelilerin, Zafer ise milli takımın milliyetçiliğini
beğenmiyordu.
Buna benzer sohbetlerle kahvaltımı yaptıktan sonra Sakaryalı
etçilerle vedalaşıp otelden ayrıldım. Yeni istikametim Truva Antik Kenti’ydi.
Truva Antik Kenti’ne yemyeşil bir yoldan gidiyordum. Hava ve
doğa o kadar güzeldi ki arabanın camını indirip vitesi düşürdüm. Yolun keyfini
çıkara çıkara gidiyordum.
Truva Antik Kenti’nin önüne geldim. Bilet almak için gişeye
gittiğimde benden 35 Lira istediler. Çok geldi. Ama eğer bilmem hangi bankanın
kredi kartı varsa ücretsiz girebileceğimi söylediler. Neyse ki bilmem hangi
bankanın kredi kartı vardı da ücretsiz girdim. 35 Lira ödemeyi göze alacak bir
maaşınız yoksa kültürlenemezsiniz. Adamlara bunu söylesen “sigaraya para
veriyorsunuz ama” derler. Hem sigara içip hem kültürlenemezsiniz diyelim o
zaman.
Truva’nın ismi üzerinde de bir tartışma söz konusu.
Troia’nın Fransızca okunuşu ‘Tuğua’ dır. Tanzimat sonrası Fransa etkisinde olan
Türkiye aydınları bu söylenişe yakınlığından dolayı Truva demişler. ‘Troya’
yazılışı ise, Yunanca aslı ‘Troia’ olan bu kentin Türkçe’de duyulduğu haliyle
yazılmasıdır. Arkeologlar ise antik kentlerin isimlerinin orijinal yazılış ve
söylenişlerinin bozulmamasından yana. Yani ‘Troia’ diyelim diyorlar. Her ne
kadar tarihçiler için bir tartışma konusu olsa da aynı şey Çanakkaleliler için
söz konusu değil. Onlar bütün adlarını kullanıyorlar: Truva Turizm, Troya
Kebap, Troia Otel...
Müze’nin çok güzel bir bahçesi ve bahçesinde de Truva Atı’nı
temsilen bir at heykeli vardı. Müzedeki at şehir merkezindekine göre çok sönük
kalıyordu. Çanakkale ilçe merkezindeki atı Hollywood Troya filminin çekiminden
sonra Çanakkale’ye armağan etmiş. İki at arasında estetik olarak dünya kadar
fark var. Bizim yaptığımız atla bırakın bir kenti fethetmeyi bir sokak ele
geçiremezdiniz. Atın bir sürü penceresi vardı, hemen yakalanırdınız. Fotoğraf
çekmek için iyiydi ama. Yukardan etrafın fotoğraflarını çektim.
Hava çok güneşliydi. Bir şapka aldım. Şapka ile birkaç
fotoğrafımı çektim ve şapkanın bana hiç yakışmadığını gördüm. Güneşten
koruyordu ama. Şapkayı aldığım stantdan bir de kenti anlatan kitap aldım.
Gezi parkurunda antik kenti gezmeye başladım. Gezilen
yerlerde bilgilendirici tabelalar vardı. İlk tabelada “Tarihi Hırsızlık”
başlıklı şöyle içerikli bir yazı vardı “ Truva Antik Kenti’ni bulan ve kazısını
yapan Alman Heinrich Schliemann burda bulduğu hazineleri ve tarihi eserleri
çalmıştır.”
Schliemann Avrupa’nın farklı üniversitelerinde Antik Çağ
kültürleri üzerine eğitimler almış mesleğine aşık bir adammış. Birebir
tanıklar, Schliemann’ın Homeros’un pasajlarını okurken gözyaşlarını
tutamadığından bahsediyormuş. Bir dostuna şöyle bir mektup yazmış hatta: “Tipik
Yunanlı görünümünde ve Eski Yunanca’yı bilen, Homeros’un dünyasına aşina,
ideallerimi paylaşacak bir eş istiyorum”. Schliemann Sophia adında böyle bir
kadın bulunca da eşini boşayıp onunla evlenmiş.
Velhasılkelam işine bu kadar saplantılı şekilde bağlı olan
birisinin hırsız olabileceği aklıma yatmadı. Biraz daha araştırınca şöyle bir
şey okudum “ Schliemann Troia
hazineleri’ni Osmanlı sınırları dışına kaçırmış bir kişi olunca, hırsız, define
avcısı ve hatta daha ağır ifadelere maruz kalmıştır. Schliemann bu hırsızlığı
yaptığı zamanlar, Osmanlı’nın bunu çok da problem etmediğini ve küçük bir
miktar tazminat karşılığı kendisine yeniden kazı izni verdiğini de hatırlamak
gerekir. Schliemann yine bulduklarını kaçıracak, Osmanlı yine bir tazminat
davası açacaktı. Tam bu dava sürerken hayatını kaybetti(26 Aralık 1890).”
Osmanlı ve bugünkü Türkiye’nin tarihi eserlere yaklaşımını
bilmesek belki de Schliemann’ın bir hırsız olduğuna hemen inanacaktım.
Ama adamın derdi hazineleri birilerine satıp para kazanmak değil; eserlerin
toplu olarak layığıyla bir müzede sergilenmesi. Nitekim Berlin Müzesi ile
anlaşan Schliemann kazıdan çıkan eserleri toplu sergilenmek üzere oraya
bağışlamış.
Schliemann’ın Truva Antik Kenti’ni bulma hikayesi de çok
ilginç. Adam başta Homeros’un İliada’sı olmak üzere birçok edebi ve tarihi
eserdeki coğrafi ipuçlarını takip ederek 1870 yılında Truva’yı buluyor.
Kendimiz bir şey keşfedemiyoruz, keşfedilen şeye değer verip
koruyamıyoruz, bulana da bok atıyoruz. Adam keşfetmiş kazı yapıyor. Eğer
ülkende bir müzede sergilemek istiyorsan takibini yap bari. Schliemann
Allah’tan ki eserleri bulup Berlin’e toplu olarak götürebilmiş. Yoksa şimdi
nerde olduklarını bile bilmiyor olurduk belki. Şuanda bile birçok tarihi mekan
Türkiye’de köylüler tarafından ahır olarak kullanılıyor. Sahip çıkmaksa niyetin
Schliemann’a gelene kadar yiyeceğin çok ekmek var. Kısacası “Schliemann’ı size
yedirtmeyiz!”
Dünya Kültür Mirası listesine girmiş bir yerin var ama sunumun
da içler acısı. Kazı yerini analatan tabelalar berbat durumda. Güneşten dolayı
yazılar deforme olmuş, okuyamıyorsunuz. Tabela mı kaldı bir de! Doğru düzgün ekranlar
yap, 3D animasyonlarla kentin canladırmasını yap, birçok dilde sesli
anlatımların olsun…vs. Sen bunları yapmayı bilmiyorsun ama müzenin girişine
“Schliemann Hırsız” yazmayı biliyorsun. Hazineyi çalmış ama size de bir hazine
bırakmış. Herkesten kişibaşı 35 Lira giriş parası alıyorsun, şapka, kitap, hediyelik
eşyalar satıyorsun. Sahip çıkarsan giden hazineden daha fazla para kazanırsın.
Böyle yazmaya devam
edersem yazımın başlığı “Türkiye’de Arkeolojinin Sefaleti” olabilir.
Truva’nın yakınlarında bir kafeye oturup dinlenmek istedim.
Çok yürümüştüm. Çay içerken bir yandan da Jorge Luis Borges’in “Alçaklığın
Evrensel Tarihi”ni okuyordum. Korsanlarla ilgili bir hikayesi vardı. Hikayenin
bir yerinde korsanların savaş ganimetlerini paylaşma kanunlarını yazıyordu:
“ Düşman gemilerinden
aktarılan malların tümü kayda geçirilir ve ambarda korunur. Korsanlar malların
yalnızca onda ikisini alabilirler, geri kalanı ambarda stok edilir. Bu yasayı
çiğneyen idam cezasına çarptırılır.
Görev yerini izinsiz
terk eden korsan, bütün donanmanın önünde kulakları delinerek cezalandırılır,
suçu tekrarlayacak olursa idam edilir.
Köylerden tutsak
alınan kadınlarla güvertede oynaşmak yasaktır; herhangi bir kadına önce gemi
veznedarının izni alınarak ve ancak geminin içinde tecavüz edilebilir. Bu
yasayı çiğneyen idam cezasına çarptırılır”
Bunu okuduktan sonra Schliemann’ın şanslı olduğunu düşündüm.
Adam Osmanlı’da tazminat cezasıyla kurtulabiliyormuş. Osmanlı’nın değil de
Korsanların elinde olsaydı Truva, Schliemann’ın cezası muhtemelen şöyle olurdu:
Önce kulaklarını delin, sonra da veznedardan kağıt alarak kazı yerinde tecavüz
edin sonra da asın gitsin.
14.10.2016 PAT
patoyku@gmail.com
www.facebook.com/pat.oyku
www.facebook.com/pat.oyku
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder