26 Ekim 2016 Çarşamba

BİSİKLETLERİMİZİ KURTARDIK ANNE

“ Orospu’nun ne çok ismi varmış bizde. Bir hocam dil dersinde patatesin seksen adının olduğu bir tarım toplumundan bahsetmişti. Bir toplumda çok olan şeyin çok adı olurmuş.”

-       “Pardon! Kusura bakmayın rahatsız ediyorum. Bizim çok fazla eşyamız var. Ekstra kilolar için çok fazla para istiyorlar. Rica etsem birazını siz alabilir misiniz?”

Amcaoğluyla birbirimize baktık. Olumlu olmakla birlikte biraz da kararsız kaldık. İkimiz de ilk defa Schengen bölgesine geçecektik ve problem çıksın istemiyorduk. Halden anlayan insanlar olduğumuz için kısa boylu, orta yaşlı, hafif kilolu, çok güzel değil ama çirkin de diyemeyeceğimiz kadına tamam dedik. Tamam dememizle birlikte Türkiye’den aldığı cam bardak, porselen, tabak çanağı yanımıza yığdı. Kocası da yanındaydı ama hiçbir şeye karışmıyordu dil bilmediği için. Uzun boylu, besili, ellili yaşlarında biriydi. Kadın sık sık bize teşekkür ediyordu. Teşekkürleri kaygımızı giderememişti. Amcaoğluyla küçük bir kritik yaptık hemen.

-       “Biz şimdi üç günlüğüne Hollanda’ya gidiyoruz. Polisler demesinler bu çanak çömlek nedir. Sonuçta bizim adımız olacak bu ıvız zıvırların üstünde” dedim.
-       “Haklısın. Kusura bakma tabak çanaklarını geri al diyelim” dedi amcaoğlu.
-       “Dur hemen panik yapmayalım. Bir şey olmaz herhalde.”
-       “Bela böyle bir şey işte. Nerden çıktı bu kadın.”

Kadın telaşlıydı. Eşyaları çok ağırdı. Kendisine ekstra para ödemekten kurtulamayacağını söyledik.

-       “Ya bunlar Hollanda’da çok pahalı; 1200 euro Türkiye’de 200 Euro. Burda çok ucuz. Bir de Türkiye’den almak ve sofrana koymak başka bir duygu” dedi kadın.
-       “Hollanda vatandaşı mısınız?”
-       “Evet, 18 yaşından beri oradayım, vatandaşım”

Kadının şimdiki yaşını bilmediğim için kaç senedir orda olduğunu anlayamadım. Kırk yaşında vardı. Yani en az yirmi yıldır Hollanda’da olduğu kesindi. Kadın yaşını söylemekten çekinmiş ve böylece kendisini insafıma bırakmıştı.

Uçak biletlerimizi gişeden almadan önce özel güvenlik tarafından pasaport ve vizelerimiz kontrol ediliyordu. İstanbulda’ki IŞİD saldırılarından sonra güvenlik önlemleri arttırılmıştı. Üç özel güvenlikten biri işgüzar bir adamdı. Problem yaratmak için çok uğraşıyordu. Bir karı-kocayı kenara çekti. Her hallerinden problemsiz tipler olduğu belliydi. Nasıl belliydi diyeceksiniz. Belliydi işte. Eğer onlar şüpheliyse biz hayli hayli şüpheliydik. Hatta biz şüpheli bile değil direkt suçluyduk.

Kenara çekilen çifti özel güvenliğin elinden kurtarmak için çiftin katıldığı turun rehberi geldi. Güvenlik rehberden de pasaportunu göstermesini istedi. Rehberin pasaportu aldığı vizelerden delik deşikti ama böyle olması güvenliği ikna etmiyordu. Teröristlerin bu güvenliği geçebilmesi için birkaç militanını daha feda etmesi gerekiyordu. Uzun uzun inceliyordu pasaportu. Rehber bu durumdan mutlu olmadığını oflayarak puflayarak gösteriyordu ama bu sorunu çözmek yerine uzatıyordu. Güvenlik çifti rahat geçirme konusunda ikna olmamıştı. Kesin bize de bir problem çıkaracaktı.

‘Çingeneyi padişah yapmışlar önce babasını kesmiş’ diye bir söz var ya hani. Bu sözde çingeneye ayıp etmişler. Çingeneyi aşağılamışlar. Belki gerçekten de kesmiştir babasını Çingene. Peki diğer ırklar padişah olunca insanlara çiçek mi dağıtmışlar. Onlar da kardeşlerini kesmişler, kendisinden olana olmayana kan kusturmuşlar. Bir de utanmadan kendi suçlarını Çingene’ye yükleyip aşağılamışlar. Tarihte benim bildiğim, duyduğum bir Çingene padişah yok. Şimdi burda Çingenelik yapmak istemiyorum! ama haksızlık etmeyelim kimseye. Bizim güvenliğin meselesi de Çingene’nin muhabbeti gibi. Adam babasını değil ama bizi kesecekti.

Sıra bize geldi. Pasaportlarımızı istedi. Baktı. Uzun uzun bakmadı. Tamam dedi. Problem çıkarmadı. Yaşasın Çingeneler!

Hollandalı çiftle birlikte bagajlarımızı teslim etmek için banta bıraktığımızda görevli kırk kilo fazlamız olduğunu ve bunun için 120 euro ödememiz gerektiğini söyledi. Kadın ne yapacağını şaşırdı. Gidip sırada bekleyen başka yolculara rica etti yükünü paylaşmaları için. Kabul etmiyordu kimse. Bekliyorduk. Amcaoğluyla biribirimize “Şansımızı sikeyim” der gibi bakıştık. Bizim bagajımız çok hafifti, hemen geçmemiz gerekirken problem sahibi olmuştuk. Fazla kilolarımız vardı. Fazla kilolar her zaman problemdi. Kadının Hollandalı kocası karısı çırpınırken kımıldamadan ve hiçbir şey söylemeden yanımızda duruyordu. “Dil bilmiyor adam, ne yapsın” diyeceksiniz. Tamam da adamın yüzünde en ufak bir kaygı bile yoktu. Yardım edecek kimseyi bulamazlarsa 120  euro ekstra para vereceğinden haberi yoktu herhalde. Kadın sevinçle yanımıza geldi. Birilerini bulmuştu.

Biletlerimizi aldık. Kadın bize çok teşekkür etti ve Hollanda’da olur da ihtiyacımız olur diye bize telefon numarasını verdi.

-       “Olur da bir problem, bir ihtiyacınız olursa ararsınız. Yalnız geceleri aramayın erken yatıyorum, çocuklar çok yoruyor”

Sadece gündüz problemlerimiz için kadının numarasını aldım.

-       “Belli olmaz abi, belki bir problem olur. İngilizce derdimizi anlatamazsak kadını ararız adamlarla konuşur” dedim amcaoğluna.

Amacaoğluyla bir problem bekliyorduk hep. Eminim canlı bomba olan bir militan bizden daha rahattır. Eğer bir canlı bomba olsaydım, o gerginlikle biri adımı sorsa kendimi patlatırdım.

Uçağımızı beklemek üzere kapıya, bekleme salonuna geçtik. Uçak on beş dakika rötar yapmıştı ve salon tıklım tıklımdı. Etrafta türbanlı teyzeler dolanıyordu. Bir an ‘Hollanda’ya gitmiyor muyuz acaba’ diye şüpheye düştüm. Amsterdam değil Elazığ tipolojisi vardı salonda. Amcaoğluyla hemen bir durum değerlendirmesi yaptık yine.

-       “Bak amcaoğlu bunların hepsi Hollanda vatandaşıdır kesin. Zamanında gitmişler, vatandaşlık almışlar şimdi de” dedim.
-       “Hiç Hollandalı olamamışlar ama. Hepsi İnek çobanlığı yapıyordur orda kesin!”
Bagajlarına yardımcı olduğumuz çift ile tekrar karşılaştık.

-       “Amsterdam’a ilk defa mı gidiyorsunuz” diye sordu kadın.
-       “Evet” dedim.
-       “Ne kadar kalacaksınız?”
-       “üç gün”
-       “Ama üç gün çok az Amsterdam için.”
-       “Öyle ama çok fazla zamanımız yok. Ordan daha Paris ve Berlin’e geçecez. Bu arada Amsterdam’da kaç havalimanı var”
-       “Bilmiyorum ki”

Kadın hemen kocasına sordu.

-       “Bir tane varmış” dedi.

On sekiz yaşından beri orda ama Amsterdam’da kaç havalimanı olduğunu bilmiyordu. Kocası da sürekli nereleri gezmemiz gerektiği konusunda fikir veriyordu. İyi, tatlı bir adamdı.

-       “Çocuğum var dediniz, kaç tane?” diye sordum.
-       “ Yedi çocuğumuz var. Aslında benim dört, kocamın üç. İkimizin de ilk evliliklerinden.”

Amcaoğlum kadını hiç beğenmemişti ve kafasında taşlar yerine oturmuştu.

-       “Ben de diyorum adam neden bu çirkin kadınla evlenmiş. Çocuklarına bakıcı almış adam” dedi.
-       “Adam da yaşlı oğlum, kadın ona göre çok genç. Adam daha şanslı”
-       “Adam bagajlara 120 euro verseydi kadını boşardı kesin.”

Ben adamı kadına , amcaoğlum da kadını adama layık bulmuyordu. Çiftler uyum içinde olmalıydı. Bir çirkin bir güzel ile evlenemezdi. Bir zengin bir fakirle, bir üniversiteli de okumamış biriyle evlenemezdi. Buna toplum olarak biz karar veriyorduk. Hatta ağıt dolu türküsünü yaptık bunun “ Bir güzeli bir çirkine vermişler, neyden neyden geceden, şavkı vurur pencereden bacadan, dağlar üşümüş, yollar kış imiş” diye tıngır mıngır devam eden bir türkü.

Hollandalı çiftle sohbet ederken hemen arkamızda duran türbanlı, uzun pardüsülü, elinde çocuk arabasıyla bekleyen teyze de sohbete katıldı.

-       “Hollanda çok güzel ama eskisi kadar değil” dedi.
-       “Neden?” diye sordum.
-       “Irkçılık başladı yabancılara karşı.”

Yedi çocuklu, dördü onun, kadın da onayladı söylediklerini. Biraz şaşırmıştım.
-       “Nasıl yansıyor ırkçılık size”
-       “Laf atıyorlar. Mesela çocuklarımıza okulda ‘Pis Türkler, ülkenize gitsenize’ diyorlar” dedi türbanlı kadın.
-       “Hadi ya, kötüymüş”
-       “Ama Allah’ıma şükür her yerde Türklüğümüzü çok güzel temsil ediyoruz. Başım dik, Türklüğümle gurur duyuyorum”
-       “Yani gurur duyma değil de utanılacak bir şey yok”
-       “Ben de onu diyorum. Allah’ıma şükürler olsun ki uatnılacak bir şeyimiz yok. Türklüğümle gurur duyuyom”

Türklüğüyle o kadar gurur duyuyordu ki Türk pasaportunu atıp Hallanda pasaportunu almıştı. Türkiye’de en az elli milyon gururlu Türk’le yaşamak varken bu şansı tepip neden Hollanda’ya gidiyordun teyze? Bir de Türklüğü nasıl temsil ediyordun: Bilm? Atletizm? Sanat? Uzun atlama?...

Gururlu teyze’den ayrıldıktan sonra Amcaoğlum,

-       “Bu kesin inek çobanıdır” dedi.

Uçakta amcaoğluyla birlikte sarışın, mavi gözlü, genç birinin yanına oturduk. Kocaman gözlükleri vardı. Okuyan bir tipe benziyordu. “Merhaba “ dedim. “Merhaba” dedi. Ucuz ve kötü bir havayolu şirketiyle uçacaktık. Ucuz olan her zaman kötüydü. Para kazanma kabiliyeti olmayan insanlar rahat uçamazlardı. Uçağımız havalandı.

Amsterdam’ı göreceğim için heyecanlıydım. Üç saat gibi bir yolculuğumuz vardı. Zaman geçirmek için yanımdaki gençle tanışıp sohbet etmeyi seçtim.

-       “İş için mi yoksa gezme amaçlı mı gidiyorsun Amsterdam’a?”
-       “Okul için. Immm! Ben Türk değilim. Almanya’da okuyorum.”
-       “Hadi ya! Türkçe telafuzun çok iyi”
-       “Immm! Türkiye’ye çok gidip geliyorum Sekiz ayda öğrendim biraz”
-       “Biraz mı! Çok iyi konuşuyorsun. Sekiz ayda hem de. Bravo. Alman mısın?
-       “Immm! Kanadalıyım. Daha doğrusu Rus’um. Yani annem-babam Rus. Zamanında Kanada’ya göçmüşler. Ben Kanada’da doğdum.”

Çok sevimli biriydi Rus asıllı Kanadalı genç. Ayağında yırtık bir kundura, üstünde ortası delik bir kadife pantolon, yırtık bir ceket, delikli bir tişört vardı. Giydiği her şeyde mutlaka bir delik vardı.

-       “Ne okuyorsun?”
-       “Hamburg’da Siyaset Bilimi ve Türkoloji okuyorum.”
-       “Ailen nerde?”
-       “Kanada’da”
-       “Sen neden Kanada’da kalıp okumadın”
-       “Kanada’da okula başladım ama bitiremedim. Çok pahalı okullar. Hala 4000 dolar borcum var. Almanya’da üniversite ücretsiz”

Genç adam kafamızdaki Kanadalı tipolojisine uymuyordu. Bizim için oralar zenginlik demekti ama gencin ayağındaki ayakkabıyı bizim inşaat işçilerimiz çalışırken giyiyordu. Amcaoğlum hayretle bakıyordu kendisine,

-       “Kanada’yı gözümde beş paralık etti bu adam” dedi.

Peki Türkiye’de ne işi vardı bu Kanadalının,

-       “Bir arkadaşım vardı İstanbul’da. Onun yanına geldim ve sevdim burayı.”
-       “Nerde kalıyordun İstanbul’da?”
-        “Okmeydanı”
-       “Okmeydan’ında kaldın ve çok sevdin Türkiye’yi?”
-       “Evet. Hem çok ucuz Türkiye. Çiğ köfte çok ucuz. Dürüm çiğköfte çok yiyordum.”

Cebinde Türk pasaportu olmayanlar Türkiye’yi çok seviyordu. Çünkü istedikleri zaman Türkiye’den kurtulma şansları vardı.

-       “Biz Kürt’üz. Kürtleri duydun mu hiç?”
-       “Aaa! KurdÎ nizanim!(Kürtçe’Kürtçe bilmiyorum’ diyor)

Amcaoğluyla güldük. Hoşumuza gitti bu cevabı.

-       “Arkadaşımla trenle 72 saatte Batman’a gittim. Tren çok ucuz ve geniş oturmak için.”
-       “Mardin’e de gittin mi. Mardin daha güzel Batman’dan. Mardinliyiz biz”
-       “A evet Mardin’i duydum ama gidemedim. Orda oturan bir arkadaşım yok.”
-       “Bundan sonra var. Bir daha geldiğinde ara bizi. Yaz istersen telefonumu”

Kanadalı eski bir telefon çıkardı cebinden. Yırtık ceketine uygun bir telefondu bu. Şarzı bir hafta süren, sadece mesaj atma ve arama özelliği olan eski küçük bir telefon. Şarz aletini kaybetse, bataryası bozulsa yenisini bulamazdı piyasada. Kanadalı sadece arkadaşlarının olduğu yerlere gidebiliyordu. Çünkü otele verecek bir parası yoktu.  

-       “Ailenden para alıyor musun?”
-       “A hayır. Hiç para almıyorum onlardan çünkü onların durumu da çok iyi değil.”
-       “Nasıl geçiniyorsun peki?”
-       “Kafelerde falan çalışıyorum”
-       “Hem okuyup hem nasıl çalışıyorsun?”
-       “Her zaman çalışmıyorum. Sadece paraya ihtiyacım olduğu zaman çalışıyorum”
-       “Her zaman paraya ihtiyacı vardır insanın.”
-       “A Hayır. Benim hiç paraya ihtiyacım olmuyor. Elbise almıyorum çok. Sadece yemek, kira ve kitap için para harcıyorum. A bazen çeviri de yapıyorum. Altı dil biliyorum ben?
-       “Hangi dilleri?”
-       “İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Almanca, Rusça ve eğer sayarsak Türkçe”
-       “Kaç yaşındasın sen?”
-       “23”

Adam altı dil biliyordu ve üstünde delik olmayan bir elbisesi yoktu. Bu dillerle Türkiye’de en az 5-6 bin lira maaşa iş bulunurdu.
-       “Adın neydi?”
-       “Yaqup. Dini bir isim.”

Amsterdam’ın üzerinde uçuyorduk şimdi. On dakika sonra inecektik. Amcaoğluyla meraklı bir şekilde uçaktan aşağıya bakıyorduk. Aşağıda dümdüz, yemyeşil bir doğa ve bir sürü de rüzgar gülü vardı.

-       “ Çok güzel ya.”
-       “Klasik Avrupa işte!” dedi Yaqup.
-       “Beğenmiyor musun Avrupa’yı?”
-       “Çok değil”
-       “Okmeydanı’nı beğenip burayı beğenmiyor musun yani?”
-       “Belki de ben güzellik sevmiyorum. Neyse boşver ya” deyip güldü.
-        Amsterdam’ı gezdin mi daha önce Yaqup?”
-       “Rotterdam’da arkadaşım vardı onun yanına gitmiştim. Amsterdam’da arkadaşım olmadığı için oraya gitmedim.”
-       “Şimdi nereye gideceksin?”
-       “Amsterdam için binmedim uçağa. Trenle Hamburg’a geçecem burdan. Direkt uçaklar pahalı ve benim bagajım çok. Bagaj parası ödeyemem. Ama Trenlerde istediğin kadar bagaj yükleyebiliyorsun ve tren biletleri çok pahalı değil. Burdan daha 8-9 saat yolum var.”

Rüzgar güllerine hayranlıkla bakmaya devam ediyorduk amcaoğluyla.

-       “Rüzgar gülleri aslında çok da iyi değil.” Dedi Yaqup.
-       “Neden?”
-       “Her rüzgar gülünde çok malzeme kullanılıyor ve bunlar elli yılda bir eskiyor ve değiştirilmesi gerekiyor”
-       Ne yapsınlar peki?”
-       “Bilmem.”

Yaqup’un bu tavrını sevmiştim. Bilmediği bir konu hakkında ahkam kesmiyordu ve sadece kaygısını dile getiriyordu. Rüzgar gülleriyle ilgili daha önce de olumsuz bir kaç şey duymuştum. Biraz araştırınca çok da zararsız bir yenilenebilir enerji olmadığını gördüm. Ekolojik tahribatlara sebep olmasının yanı sıra insan sağlığı üzerinde de ciddi hastalıklar doğurabilirmiş ilerde. Nükller ve hidroelektrik santrallere göre daha iyi diyebiliriz ama.

Uçağımız indi. Avrupa Birliği vatandaşı ve Avrupa’da oturma izni olanlar çok rahat pasaport kontrolünden geçip gidebiliyorlardı. Yaqup’la vedalaştık ve o çok rahat kontrolden geçip gitti. Biz Avrupa Birliği vatandaşı olmayanlar ise bir saatte ancak geçebildik kontrolden. Avrupa Birliği vatandaşlarıyla uçakta yanyana oturabiliyorduk ama yanyana aynı kapıdan çıkamıyorduk.

Otelimize yerleştik. Akşam olmak üzereydi. Uçağımız hem geç kalkmıştı hem de pasaport kontrolünde çok zaman kaybetmiştik. Eşyalarımızı otele bırakıp hemen Amsterdam merkezine gitmek için otelden ayrıldık.

Amsterdam’da dikkatimizi çeken ilk şey bisikletler oldu. Her taraf bisikletti. İnsanlar sürüler halinde bisikletlerle yanımızdan geçiyordu. Hollanda bisikletlerinin methini zaten duymuştuk ama çıplak gözle görmek gerçekten farklı bir deneyimdi. Büyük, küçük, yaşlı, takım elbiseli, mini etekli, eşofmanlı hiç farketmiyordu, herkes bisiklete biniyordu. Böyle bir manzarayı görünce ister istemez kendi ülkenle karşılaştırıyorsun. Bir gün annemle İstanbul trafiğinde ilerlerken bisiklete binmiş olan ellili yaşlarında bir adam trafiği biraz aksamasına sebep oldu. Herkes kornalara basarak adama rahatsızlıklarını ‘medeni’ bir şekilde iletti. Medenice derken yani kimse arabasından inip adama silah ya da levye ile saldırmadı. Annemin de canı sıkılmıştı ve o da rahatsızlığını“ Bak katır kadar adam gitmiş bisiklete binmiş.” Diyerek dile getirmişti.

Bisikletleri görünce Simon Kuper’in kült kitabı ‘Futbol Asla Sadece Futbol Değildir’de anlattığı bir anektod geldi aklıma. 1988 Avrupa Şampiyonası’nda Hollandalılar yarı finalde Alman’ları eleyince Leidseplein Meydanı’nda Amsterdamlıların bisikletlerini havaya atıp ‘Yaşasın, bisikletlerimizi geri aldık’ diye bağırdıklarını söylüyor Kuper. Çünkü Alman’lar İkinci Dünya Savaşı’nda Hollanda’yı işgal ettikleri zaman tüm bisikletlerine de el koymuşlardı. Bu, tarihteki en büyük bisiklet hırsızlığı sayılmaktadır ayrıca.  

Aslında en çok görmek istediğim yer Anne Frank’ın eviydi. Anne Frank on dört yaşında genç bir yahudi kızdı. (Türkçe’deki ‘anne’ ile karıştırdığım için ilk okuduğumda büyük bir kadın sanmıştım. Kızın asıl ismi Annelies ama kısaca Anne diyorlardı.) 1929 yılında Almanya’da doğan Anne, Nazilerin iktidara gelmesinin ardından 1933’te ailesiyle birlikte Hollanda’ya göç etmiş. Naziler Hollanda’yı işgal edince babası Otto Frank ailesinin saklanabilmesi için şirketin odalarından birinde gizli bir bölme inşa etmiş. Frank ailesi ve onlardan başka dört kişi daha 1942’den ihbar sonucunda tutuklandıkları 4 Ağustos 1944’e kadar bu Arka Ev’de saklanmışlar. Anne Frank, saklandıkları iki yıl boyunca günlükler tutmuş ve hikayeler yazmış. Günlüklerinin ve hikayelerinin hepsi olmasa da birazı kurtulmuş. Anne Frank’ın günlüğü sayesinde yaşadıkları dramı ve Nazi zulmünü daha iyi anlayabiliyoruz. Arka Ev’den Hatıralar ve Hikayeler diye Türkçe’ye de çevrilen bu kitap dünya çapında altmış dile çevrilmiş ve hep en çok satanlar listesinde olmuş. Anne Frank’ın Amsterdam’daki bu evi şimdi müze. Bu müzeyi görmek planlarım arasındaydı.

Tekneyle kanal turu yapmak için amcaoğluyla hemen iki bilet aldık. İnanılmaz bir iştahla etrafımıza bakıyorduk. Her şeyi görmek, keşfetmek istiyorduk. İnsanın yeni bir şey tanıma, görme karşısındaki heyecanı çok acayipti. Çocuk gibiydik.

Kanal turu müthişti. Amsterdam şiir gibi bir yerdi. Su üstündeki evleri harikaydı. Gezerken “İnsan burda zevkten ölür” diyorsunuz. Birine bir kalem verin ve “bana çok güzel, masal gibi bir şehir çiz” deyin, bu kadar güzel çizemez. Lütfen arkadaşlar aklınızdan kötü düşünceleri atın, Hollanda Kültür Dairesi’nden bu övgülerim için herhangi bir para almıyorum.

Amsterdam’a baktığım zaman akıl görüyordum. İnsanına düşman olmayan ve gerçekten onların iyiliğini isteyen bir yönetim vardı. Daha doğrusu orayı o insanların yönettiğini görüyorsun. Çünkü her şey onların zevki ve rahatlığı içindi.

Red Lights’a gittik. Amsterdam’ın ünlü gece hayatının olduğu yer. Kırmızı ışıklı cam mekanlarda hayat kadınları iç çamaşırlarıyla seksi hareketlerle biz değerli müşterilerini içeriye çekmeye çalışıyordu. Dikkat ederseniz ‘hayat kadını’ dedim. Orospu, fahişe, kaltak, kahpe, sürtük, zilli vs.. demedim. Orospu’nun ne çok ismi varmış bizde. Bir hocam dil dersinde patatesin seksen adının olduğu bir tarım toplumundan bahsetmişti. Bir toplumda çok olan şeyin çok adı olurmuş.

Red lights’ta gezen kadınlar da vardı. Sadece erkekler yoktu. Çok şaşırdık amcaoğluyla, hatta biraz utandım bile diyebilirim. Ama onlardaki rahatlığı görünce biz onlardan daha da rahat davranmaya başladık. Eşi ve çocuklarıyla gezen aileler vardı. Seks müzesi vardı. Canlı sekslerin olduğu tiyatrolar ve bu gösteri için sırada bekleyen kadınlar, çiftler vardı. Türkiye’de olsa sokağa giren bir kadın o sokaktan çıkamazdı herhalde. “Erkeklerle aynı otobüse binen kadın seks istiyordur” diyen yöneticilerimiz var bizim.

Red lights’ta esrar kokusundan başımız döndü. Sadece o sokak değil neredeyse tüm Amsterdam akşam esrar kokuyordu. Esrar içmenin serbest oldu bir yerdi Hollanda.

Yorulduk ve otelimize dönmek üzere metroya bindik. Metroya gidişte turnikeler yoktu, bilet kontrolü yapan kimse de yoktu. Vatandaşına güveniyordu belediye. Bize güvenmelerine şaşırıyorduk. Amsterdam’daki üç günümüzde de kontrol olmamasına rağmen her zaman biletimizi aldık. Bizdeki turnikeleri ve başlarında bekleyen özel güvenliği getirdim gözümün önüne, sonra “Hırsız herkesi hırsız zannedermiş” lafı geldi aklıma.

İnmemiz gereken durağı kaçırdığımız için Rotterdam’a kadar gittik. Amsterdam’a kırk beş dakika uzaklıktaydı. Ordan tekrar bilet alıp dönmek zorunda kaldık. Metro’da bir ihtiyar ile tanıştık. Yaşlı, zayıf sevimli bir ihtiyardı.

-       “Hangi ülkedensiniz?” dedi ihtiyar.(ingilizce)
-       “Türkiye” dedim.
-       “İstanbul, Adana, Gaziantep, Bursa” diye saymaya başladı.
-       “Ooo! Biliyorsun Türkiye’yi, ne zaman gitmiştin?”
-       “ yirmi yıl önce falan”
-       “Sevmiş miydin?”
-       “Evet, güzeldi.”
-       “Mardin’e de gittin mi, Mardinliyiz biz. Kürdüz”
-       “Kürt mü?! Kürtleri biliyorum. Kürdistan dört parçadan oluşuyor. Irak, Suriye, İran ve Türkiye Kürdistan’ı var. Savaş var orda ve savaşın tek kazananı savaş endüstrisi. İnsanlar bir şey kazanmıyor. Ermenistan’a da gittim ben”
-       “Vaay! Bölgeyi iyi biliyorsunuz”
-       “Evet. Yoga hocasıyım ben. Dokuz yıl Hindistan’da yaşadım. On dört yıldır sadece salata ve meyve yiyorum”
-       “Bravo”
-       “Sizce kaç yaşındayım ben?”
-       “Bilmem, çok yaşlı değilsin ama” dedim ama adam seksen yaşında gösteriyordu.
-       “Yetmiş iki yaşındayım ben”
-       “Yetmiş iki mi! hiç göstermiyorsunuz”
-       “On dört yıldır salata ve meyve yiyorum sadece”

Durağımız yaklaşıyordu. Ayağa kalktık. O da ayağa kalktı ve cüzdanından küçük kartlar çıkardı bize vermek için.

-       “Bunlar ne?”
-       “Benim size hediyem olsun bunlar”

Üzerinde mistik çizimler olan şirin kartlardı. Amsterdam’da birkaç dilenciyle de karşılaştığımız için ihtiyar da para mı istiyor acaba diye düşündüm.

-       “Para istiyor musun bunlar için?”
-       “Yok hayır, bunlar hediye”
-       “Çok teşekkürler, çok incesiniz”

Durağımıza gelmiştik. İnerken “Seni unutmuycaz” dedim. Amcaoğluna ihtiyarın söylediklerini anlattığımda,

-       “Et bulamıyorum yemeye demiyor da yok salata yiyorum diyor. Kaç yaşında adam uğraştığı işlere bak. Nedir bu kartlar?! Yetmiş yaşında adam kaybolacak, ölecek bu yollarda. Sahip çıkacak oğlu falan yok mu ki!” diyerek Anadolu toplumsal gerçekçilik bakışını Hollanda’ya uyarladı.

Kanal turunda Anne Frank’ın müze olan evini de görmüştük. Evin önünde inanılmaz bir kuyruk vardı. Kuyrukta beklemekten nefret ettiğim için yarına erteledim. Yani ilk gün gidemedim.

Ertesi gün de sabah erkenden uyanıp Amsterdam’ı gündüz gözüyle karış karış gezdik. Dünyaca ünlü Rijks ve Van Gogh müzelerini gezdik. Sanat tarihi kitaplarında gördüğüm resimleri canlı olarak görüyordum. Tıklım tıklımdı müze. Öğretmenler öğrencileriyle birlikte sanat derslerini müzede işliyorlardı. Kendi okuduğum lise geldi aklıma. İlçemizde bir tane bile tarihi yapı yoktu ve sanat tarihi derslerinde öğretmenimiz tonoz, şadırvan, revak diye bir şeyler anlatıyordu ama anlamadığımız için bu kimsenin ilgisini çekmiyordu. Zaten sanat tarihi önemsiz bir ders olduğu için tarih öğretmenimiz giriyordu ona da. Ne anlattığını o da bilmiyordu. Bunun yanı sıra Sanat Tarihi okuldaki en basit dersti. Herkes en yüksek notu alıyordu. Çünkü öğretmen sınav öncesinde bize on soru veriyordu ve bunlardan beşini sınavda soracam diyordu. Sonra da hepimiz sanatçı olduk.

Tüm gün yirmi kilometre yol yürümüştük ve çok yorgunduk. Akşam biraz daha gezdikten sonra otelimize döndük.

Gündüz yine Anne Frank’n evinin önünden geçmiştik ama yine çok kuyruk vardı. Kuyruğa girmeyi göze alamadık. Yarın gideriz artık dedik.

Anne Frank’ın evine hemen gitmemem bir artıydı aslında. Çünkü bu arada kitabını da okuyordum. Kitabını okudukça da ününün sadece öldürülmüş olmasından gelmediğini anladım. On dört yaşında çok iyi bir edebiyatçı vardı karşımda. Yaşına göre çok olgun düşünceleri vardı ve yazdığı hikayelerde kalemi çok iyiydi. Mesela 22 Şubat 1944 yılında salı günü günlüğünde Peter denen kişiyi şöyle tarif etmiş “ Peter için hafta içi ve pazar günü kıyafetleri arasında büyük fark var. Hafta içi hep Tulum giyiyor. Bu zavallı tulumun sık sık yıkanmasına karşı olduğu için, onun ayrılmaz bir parçası olduğunu söyleyebiliriz. Bunun gerekçesi olarak aklıma, en sevdiği tulumun fazla yıkanırsa eskiyeceği ve giyilmez hale geleceğinden duyduğu korkudan başka bir şey gelmiyor. Her halükarda şimdi yeni yıkanmış durumda ve renginin mavi olduğu görülüyor. Tulum gibi diğer ayrılmaz bir parçası olarak boynunda mavi bir atkı var. Belindeki kalın deri kemer, ayağındaki beyaz yün çoraplar sayesinde insanlar pazartesi, salı ya da hafta arası hangi gün olursa olsun bu kıyafetinden Peter’i tanır. Pazar günleri ise kıyafetleri adeta yeniden doğar. Şık bir takım elbise, boyalı ayakkabılar, gömlek, kravat, her şeyi saymama gerek yok, herkes münasip bir kıyafet denince ne kastedildiğini bilir” Ayrıca Peter’in yakışıklı biri olduğunu da söyleyen Anne “ …yüzleri tarif etmekte pek başarılı değilim, onun için savaş bittikten sonra buraya bir fotoğrafını yapıştıracağım ki kalemle tarif etmek zorunda kalmayayım” diyor.

Anne Frank’ın hikayeleri gerçekten çok iyiydi. Nitekim kitabın tanıtım yazısında Anne Frank, erken yaşta ölen Vergilius, Shelley, Kafka, Hooft, Jacques Perk gibi önemli edebiyatçılara benzetiliyordu.

Ertesi gün amcaoğluyla Amsterdam’a yakın kasabaları gezdik. Günlük bir otobüs bileti aldık ve her yeri otobüsle gezdik. Otobüsleri genellikle boş oluyordu. Masal gibi kasabalarda gezdik. Her şey çok güzeldi ama dışarda insan görmek çok zordu. Olanlar da ihtiyarlardı genellikle. En zor şey ise sokakta çocuk görmekti. Burda yaşasam sıkılmamak için on çocuk yapardım herhalde diye düşündüm.

Kartpostal gibiydi her yer. Amcaoğlum bir gün öncesinde gezdiğimiz müzelerdeki resimlere atıfta bulunarak “ Burda ressam olmayanı döveceksin zaten” diyerek mekan ve sanat arasındaki ilişkiye vurgu yaptı.

Otobüsle Amsterdam’a dönerken ihtiyar bir adamla konuştuk.

-       “Amsterdam güzel ama çok kalabalık” dedi adam
-       “Biz İstanbul’dan geldiğimiz için bize kalabalık gelmedi.” Dedim
-       “Ah evet. İstanbul daha kalabalık.”
-       “Çinli bir öğrenciye hocası sormuş ‘İstanbul’u sevdin mi, nasıl?’ diye. Çinli de ‘çok güzel ama biraz tenha’ demiş” dedim. İhtiyar çok güldü. Hollandalılara kendimi sevdirmiştim sanırım. İki günde adapte olmuş şakalar yapıyordum. Beni özleyeceklerdi.

Bütün gün yine çok yrümüş ve yorulmuştuk. Amsterdam’da bir kafeye oturduk. Anne Frank’ın evini görebiliyordum. Yine önü çok kalabalıktı ve kuyruk vardı. Kahveyle birlikte kitabını okudum yine biraz evini ziyaretten önce. Çok akıllı bir kızdı. ‘Neden’ başlıklı bir yazısı vardı mesela. ‘Neden’ sözcüğünün öneminden bahsediyordu ve bir yerde şöyle yazıyordu “Bence insanların yaptığı en büyük korkaklık, kendi hata ya da eksikliklerini (ki her insanda vardır) kendine itiraf etmemektir. Bu hem çocuklar hem de yetişkinler için geçerlidir. Bu konuda yaşın önemi yoktur. Bir çok kişi ebeveynlerin çocuklarının kişiliklerini olabildiğince şekillendirebilmek için onları iyi yetiştirmeleri gerektiğini düşünebilir ama bu kesinlikle doğru değil. Küçük yaştan itibaren çocuklar kendilerini yetiştirmeye ve karakter sahibi olmaya çalışmalıdır.” Ön dört yaşında bir genç kız söylüyor bunu.

Amcaoğluyla müzedeki kuyruğa baktıktan sonra birbirimize baktık ve müzeyi gezme gücünü kendimizde bulamadık. Otele dönmek üzere metroya gittik. Evet arkadaşlar müzeye gitmedim, gidemedim. Ama otele dönerken yolda kitabı okumaya devam ettim. Şöyle bir şey yazıyordu bir hikayesinin sonunda:

“ Dünyada yeterince yer, zenginlik, para ve güzellik var. Tanrı herkes için yeterince yaratmıştır! Haydi, hep beraber bunları adaletli bir şekilde paylaşmaya başlayalım”

Maalesef paylaşamıyoruz sevgili Anne, seni de tutuklayıp toplama kampında öldürüyoruz. İnsanları senden kurtarıyoruz.

                                                                                                                              26 Ekim 2016           PAT
patoyku@gmail.com
www.facebook.com/pat.oyku


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder