6 Kasım 2014 Perşembe

KUTSAL HOROZUN YUMURTASI

 “Bütün gezi programları aynı şeyi yapıyordu. Çektiğimiz insanlar genellikle daha önce on- on beş defa zaten çekilmiş oldukları için bize nerden daha iyi görüntü alabileceğimizi söylüyorlardı. Tandırın başında bekleyen teyze o kadar çok program yapmıştı ki tandıra atmaya odunu kalmamıştı.”


Rıfat’la birlikte önümüzde giden lüks prodüksiyon aracını bindiğimiz transit ile takip ediyorduk. Bir televizyon için bir gezelim görelim (yiyelim, sıçalım,para kazanalım)programı çekiyorduk. Daha önce binlerce defa çekilen programlardan bir farkımız olduğunu söyleyemem.  Köylülere yemek yaptırıp bol bol yemeklerini övüyorduk. Ölmek üzere olan son el sanatları ustalarıyla birlikte yeni nesli itin götüne sokuyorduk. Geleneksel kıyafetleri giyip halay çekiyorduk. Gittiğimiz şehre ve insanlarına methiyeler dizip dönüyorduk.

Bütün gezi programları aynı şeyi yapıyordu. Çektiğimiz insanlar genellikle daha önce on- on beş defa zaten çekilmiş oldukları için bize nerden daha iyi görüntü alabileceğimizi söylüyorlardı. Tandırın başında bekleyen teyze o kadar çok program yapmıştı ki tandıra atmaya odunu kalmamıştı.

Bizim diğer programlardan tek farkımız sunucumuzun ressam olmasıydı.(Sunucumuz aynı zamanda programın yapımcısıydı) Gittiğimiz her şehirde sunucumuz bir sergi açıyordu. Ben de yönetmen yardımcısı adı altında ikinci kamera olarak çalışıyordum.

Rıfat resimleri taşıyan transit aracın şoförlüğünü ve aynı zamanda resimlerin hamallığını yapıyordu. Gerçi sadece Rıfat değil ben de resimleri taşıyordum. Koca koca tabloları mekanda asıp hazırlayana kadar canımız çıkıyordu.

Rıfat asgari ücretle çalışan hafif tombul bir arkadaştı. Kafası çok büyük ama ağzı, burnu ve gözleri kafasına göre çok küçüktü. Uğur Gürsoy karikatürü gibiydi. Rıfat daha önce bir bakkal dükkanı batırmıştı. On iki binlira borcu kalmıştı o iflastan. Evliydi. Karısı da asgari ücretli bir işte çalışıyordu. Acayip itaatkardı patrona, kameramana, sekretere  daha doğrusu kendisinden fazla maaş alan herkese.

Koca koca resim tablolarını daracık merdivenlerden indirmeye çalışırken çok zorlanıyorduk Rıfat’la. “ Sikecem tablosunu da resmini de “ dediğimde Rıfat’ı gülme tutu.  Çok hoşuna gitmişti bu küfür. “Bu ne amk, ne anlatıyo bunlar” dediğimde artık iyice sinirleri boşalmıştı. Gülmesine engel olamıyordu. Sanki o düşünüyordu da ben konuşuyordum. Hislerine tercüman olmuştum. Soyut resimlerdi hepsi ve hiçbir şey anlamıyordu benim gibi. Anlaşılacak bir şey de yoktu zaten. Sadece çizen kişinin anlattığını idda ettiği şeyler vardı tablolarda.

Beş kişilik bir ekiptik. Sunucu, kameraman, sunucunun asistanı gibi biri vardı bir de.(çok az işe yarardı). Kamerman tam bir sikkoydu. Bir insan ne kadar sevimsiz olabilirse o kadar sevimsizdi. Bir insan ne kadar yavşak olabilirse o kadar yavşaktı. Ekipte ezebileceği tek kişi Rıfat’tı. Onu eziyordu. Ben işe yeni başlamıştım ve beni tam tanımadığı için Rıfat’a tavırlarından bana da gözdağı veriyordu.

Tandır başında yemeğimizi yiyip doksan yaşındaki bakırcı ustasının ellerinden öptükten sonra programın sergi kısmına geçmiştik. Rıfat’la ikimiz için en azap verici bölümdü. Götümüzden ter atıyordu. Kameraman Rıfat’ı yanına çağırdı.

-       “Bu sesin kablosu nerde?”
-       “Bilmiyorum Taner abi”

Kameraman Taner’den büyük olmasına rağmen ona abi diyordu.

-       “Ne demek bilmiyorum arabaya koymadık mı?”
-       “Koymuşuzdur Taner abi, nerde olacak ki!”
-       “Yok işte arabada ne yapcaz şimdi, yedeği de yok”
-       “Ya Taner abi ses de benim işim mi, ben ne biliyim” diye isyan etti sonunda her zamanki sesinden iki volum yüksek bir sesle.
-       “Ne sesini yükseltiyorsun len bana, kim kaybetti o zaman bu sesi” diye bağırdı Taner.
-       “ Ben kaybettim amk. Ne yapcan dövücen mi?” diye dayanamadım lafa girdim.
-       “ Sen ne karışıyorsun len” dedi.
-       “ Len deme siktirme belanı, ne dikleniyorsun dövecek gibi.” dedim.

Araya sunucunun asistanı girip Taner’i yanımızdan uzaklaştırdı. “Böyle delikanlıyım, sikerim adamı” temalı kendimi övme diyaloğu değildi anlattıklarım. Sakat birine tekme atan birini görünce ne yaparsanız ben de onu yaptım. Bir de kameramanın korkak olduğunu tahmin etmiştim. Yaptığım gider yanıma kar kalmıştı. Taner o günden sonra yavşayıp duruyordu bana. Korkmuştu. Rıfat’ın kahramanı olmuştum. Kendisi de cesaretlenmek yerine koruyucu kanatlarımın altına girmeyi tercih etmişti.

Otel odasında sunucu dışında hepimiz ikili kalıyorduk. Hiyerarşi piramidinin en altında kalan ben ve Rıfat aynı odayı paylaşıyorduk. Rıfat çok konuşmazdı odada. Akşam yemeğini yedikten sonra duşunu alır, karısını arar ve yatardı. Uyuduğundan emin olmadığım için ben de eşimle rahat konuşmak için otel koridoruna çıkardım. Ekipte bir tek sunucu yatağında taşaklarıyla oynayıp sevgilisiyle rahat rahat konuşabiliyordu.

Sabah kahvaltısındaydık. Kahvaltıya en erken kameraman Taner iniyordu. Bu alanda bayrağı kimseye kaptırmıyordu. Yemekhanecilerle birlikte uyanıyordu pezevenk. Rıfat kahvaltıda üç tane haşlanmış yumurta yerdi. Çok seviyordu yumurtayı ama yumurtayı soyma konusunda çok beceriksizdi. Yumurtaları soyarken çok zaman kaybettiği için peynir ve reçelin zamanından çalıyordu.

-       “Abicim bak yumurtanın her tarafını kırdığın için yumurta kabuğu birçok küçük parçacığa bölünüyor ve hepsini ayıklamak zorunda kalıyorsun. Eğer sadece bir yerinden kırarsan büyük bir iki parçayla hemen soyabilirsin.” diyerek teknik dehamı insanlığın hizmetine sundum.
-       “Len Mardinli senin kafa çalışıyor he” dedi Rıfat.

O gün Rıfatla bizi zor bir gün bekliyordu. Resim sergisi vardı yine ve bütün resimleri sergi alanına taşıyıp asmamız lazımdı. Anadolu halkının sergiye ilgisi az değildi. Hiç yoktu. Programda göt olmayalım diye vali, kaymakam ve belediye başkanlarını falan davet ediyorduk. Bu isimlerin etrafında da zaten en az yirmi otuz yalaka insan oluyordu.
Sergimiz hazırdı. Resmi büyüklerle birlikte en az elli-altmış insan vardı sergide. Vali hangi resme yürüse arkasından elli kişi aynı resme gidiyordu. Vali horozlu bir resmin önünde durarak,

-       “Bu resimdeki horoz mu?”(soyut çizilmiş bir horozdu)
-       “Evet, biliyorsunuz horoz Anadolu’da kutsaldır” dedi ressam ve ben devamını dinleyemedim. Horoz’un kutsal olduğunu ilk defa duyuyordum. Tavuk siken ve kasapta on liraya eti satılan horozun neresi kutsaldı. Devam ediyordu ressam
-       “Efendim! Anadolu’ya çağdaş sanatı taşıyorum” bu da yalandı. Benle Rıfat taşıyorduk hepsini. Valiyi görünce ne olduğunu merak ederek yanlışlıkla sergiye katılmış olan iki köylüden biri
-       “Bana bak hele ne anlatıyo bu” dedi ressama
-       “Siz ne anlıyorsanız resim odur”
-       “Valla ben hiçbir şey anlamayom”dedi. Diğer köylü lafa girerek
-       “Lan bizim garılara versen bunları odun diye sobaya atar” diyerek kankasıyla gülüştüler.

Akşam yorgun bir şekilde otele döndük. Rıfat yine benden önce yataktaydı. Benim uykum hemen gelmedi. Rıfat’ın yediği yumurtalar etkisini göstermeye başlamıştı. Havalandırmak için odanın penceresini açtım. İçerisi soğumuştu. Pencereyi kapatıp yatağa geçtim. Uykuya daldıktan birkaç saat sonra odadaki tıkırtı sesleriyle uyandım. Rıfat dolaptan bir horoz çıkarıyordu. Horozu karşısına alıp isteklerde bulunuyordu. Batırdığı dükkanın on iki binliralık borcunu ödemesi için kendisine dileklerde bulunuyordu. Sergide anlatılan horoz kutsaldır muhabbetine inanmıştı galiba. Horoza çok zor durumda olduğunu, iflasın sebebinin kayınbabası ve kayınçosu olduğunu söylüyordu. Ondan sürekli borç isteyip geri vermiyorlarmış. Ayakları bağlı olan horozun kaçacak yeri olmadığı için onu dinliyordu. Rıfatın dileğinin gerçekleşmesi için horozun yumurtlaması lazımmış. Rıfat beni görüpte utanmasın diye uyuyor numarası yaptım. O da duasını ettikten sonra horozu yerine koyup uyudu.

Sabahleyin otel odasında horoz sesiyle uyandık. Horoz ötünce mecburen durumu bana anlatmak zorunda kaldı.

-       “Buranın horoz eti meşhurmuş, hanımla yeriz diye aldım.”
-       “Kes öyle götür o zaman abi, böyle mi taşıycaksın”
-       “Kesip götürürsen lezzeti kaçarmış”
-       “Dikkat et o zaman da kendisi kaçmasın”

Ertesi gün Çorum Boğazköy’deydik. Eski adıyla Hititlerin başkenti Hattuşa. Bir arkeolog eşliğinde tarihi yerden görüntüler alıyorduk. Bizden başka bir de Japon turistler vardı. Nereye çekime gittiysek istisnasız Japon turistlere denk geldik. Her ne kadar bu muhabbet alay konusu olsa da adamlara helal olsun demekten kendimi alamadım. Tabi ki her TV programının gösterdiği yaratıcılığı biz de gösterip Japonlara programımızın ismini söylettik!

Hattuşa’da meşhur Aslanlı Kapı vardır. Kapının bir tarafında bir aslan başı diğer tarafında bir aslan başı vardır. Ama aslanlardan birisinin kafasını defineciler içinde altın vardır diye parçalamışlar. Arkeolog ve Japonlarla birlikte “Nıç Nıç cehalet, katliam, vahşilik” diye definecilere kin kustuk. Birkaç trilyon para için yapılacak şeymiydi yani. Bir insanlık mirasını böyle hunharca katletmek ne demekti. Kederimizden ölecektik.

Çekimleri tamamlayıp arabalarımıza bindik. Benle Rıfat her zamanki gibi aynı arabadaydık. Rıfat çok netti. “ Sikerim aslanın başını, burda ne altın vardır amk. Bir dahakine dedektörle gelecem.”

Otele dönerken yan şeritten motorun üstünde bir genç ellerini direksiyondan bırakarak geliyordu. Yüksekliği yerden yaklaşık yirmi metre olan bir köprünün üstünde motorla karşılaştık. Rıfat birden direksiyonu çocuğun üstüne kırıp onu korkuttu. Elleri direksiyonda olmayan motorcu dengesini kaybetti ve az daha köprüden uçuyordu. Neyse ki çocuk dengesini tekrar sağlayabildi ve kendisini ölümden bizi de cinayetten kurtardı.

-       “ Ne yapıyosun abi, çocuğu öldürüyordun”
-       “O da artistlik yapmasın amk.” Dedi gülerek. Hoşuna gitmişti korkması.
-       “ Artistlik yapsa bile öldürecek miyiz abi adamı. Şans eseri yaşıyor çocuk. Korkutma beni amk.”

Odaya girdiğimde Rıfat horozu otalığa salmıştı. “Çok bağlı kaldı hayvan,sıkılmıştır, yazıktır biraz yürüsün.” dedi. “Televizyon da açsaydın” dedim. Durmadan ötüyor ve sağa sola sıçrayıp sıçıyordu.  Rıfat donla yatağa uzanmış, ağzında sigarası karısıyla konuşuyordu. “Otel odasında sigara içmek yasak abi” diyecek oldum ama horozu hatırlayınca sustum. “Ben horozu biraz gezdirip geleyim” diyerek çıktı Rıfat. Gezdirme bahaneydi. Borçlarını horoza hatırlatıp gelecekti.

Çekim yaptığımız ertesi günün akşamında kötü bir haber aldık. Daha doğrusu Rıfat aldı. Babası ölmüştü. Çok ağladı. Teselli etmeye çalıştık. “Hayat devam ediyor, bak ne güzel ele ayağa düşmeden öldü. Böyle hayırlı ölüm versin Allah hepimize” dedik. Hem ağlıyor hem dinliyordu. Acilen ekipten ayrılıp babasının cenaze törenine gitmek zorunda kaldı.

Odaya döndüm ve  ilk işim horozdan kurtulmak olacaktı. Dolabı açtığımda horoz hala bağlı duruyordu. İnanmayacaksınız ama yanında bir de yumurta vardı. Bir adet haşlanmış yumurta.


                                                                        6 Kasım 2014               PAT

patoyku@gmail.com 
www.facebook.com/pat.oyku

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder