“Bütün gezi programları aynı şeyi
yapıyordu. Çektiğimiz insanlar genellikle daha önce on- on beş defa zaten
çekilmiş oldukları için bize nerden daha iyi görüntü alabileceğimizi
söylüyorlardı. Tandırın başında bekleyen teyze o kadar çok program yapmıştı ki
tandıra atmaya odunu kalmamıştı.”
Rıfat’la birlikte önümüzde giden lüks
prodüksiyon aracını bindiğimiz transit ile takip ediyorduk. Bir televizyon için
bir gezelim görelim (yiyelim, sıçalım,para kazanalım)programı çekiyorduk. Daha
önce binlerce defa çekilen programlardan bir farkımız olduğunu söyleyemem. Köylülere yemek yaptırıp bol bol yemeklerini
övüyorduk. Ölmek üzere olan son el sanatları ustalarıyla birlikte yeni nesli
itin götüne sokuyorduk. Geleneksel kıyafetleri giyip halay çekiyorduk. Gittiğimiz
şehre ve insanlarına methiyeler dizip dönüyorduk.
Bütün gezi programları aynı şeyi
yapıyordu. Çektiğimiz insanlar genellikle daha önce on- on beş defa zaten
çekilmiş oldukları için bize nerden daha iyi görüntü alabileceğimizi
söylüyorlardı. Tandırın başında bekleyen teyze o kadar çok program yapmıştı ki
tandıra atmaya odunu kalmamıştı.
Bizim diğer programlardan tek
farkımız sunucumuzun ressam olmasıydı.(Sunucumuz aynı zamanda programın
yapımcısıydı) Gittiğimiz her şehirde sunucumuz bir sergi açıyordu. Ben de yönetmen
yardımcısı adı altında ikinci kamera olarak çalışıyordum.
Rıfat resimleri taşıyan transit
aracın şoförlüğünü ve aynı zamanda resimlerin hamallığını yapıyordu. Gerçi
sadece Rıfat değil ben de resimleri taşıyordum. Koca koca tabloları mekanda
asıp hazırlayana kadar canımız çıkıyordu.
Rıfat asgari ücretle çalışan
hafif tombul bir arkadaştı. Kafası çok büyük ama ağzı, burnu ve gözleri
kafasına göre çok küçüktü. Uğur Gürsoy karikatürü gibiydi. Rıfat daha önce bir
bakkal dükkanı batırmıştı. On iki binlira borcu kalmıştı o iflastan. Evliydi.
Karısı da asgari ücretli bir işte çalışıyordu. Acayip itaatkardı patrona,
kameramana, sekretere daha doğrusu
kendisinden fazla maaş alan herkese.
Koca koca resim tablolarını
daracık merdivenlerden indirmeye çalışırken çok zorlanıyorduk Rıfat’la. “
Sikecem tablosunu da resmini de “ dediğimde Rıfat’ı gülme tutu. Çok hoşuna gitmişti bu küfür. “Bu ne amk, ne
anlatıyo bunlar” dediğimde artık iyice sinirleri boşalmıştı. Gülmesine engel
olamıyordu. Sanki o düşünüyordu da ben konuşuyordum. Hislerine tercüman
olmuştum. Soyut resimlerdi hepsi ve hiçbir şey anlamıyordu benim gibi.
Anlaşılacak bir şey de yoktu zaten. Sadece çizen kişinin anlattığını idda
ettiği şeyler vardı tablolarda.
Beş kişilik bir ekiptik. Sunucu, kameraman,
sunucunun asistanı gibi biri vardı bir de.(çok az işe yarardı). Kamerman tam
bir sikkoydu. Bir insan ne kadar sevimsiz olabilirse o kadar sevimsizdi. Bir
insan ne kadar yavşak olabilirse o kadar yavşaktı. Ekipte ezebileceği tek kişi
Rıfat’tı. Onu eziyordu. Ben işe yeni başlamıştım ve beni tam tanımadığı için
Rıfat’a tavırlarından bana da gözdağı veriyordu.
Tandır başında yemeğimizi yiyip
doksan yaşındaki bakırcı ustasının ellerinden öptükten sonra programın sergi
kısmına geçmiştik. Rıfat’la ikimiz için en azap verici bölümdü. Götümüzden ter
atıyordu. Kameraman Rıfat’ı yanına çağırdı.
-
“Bu sesin kablosu nerde?”
-
“Bilmiyorum Taner abi”
Kameraman Taner’den büyük olmasına rağmen ona abi diyordu.
-
“Ne demek bilmiyorum arabaya koymadık mı?”
-
“Koymuşuzdur Taner abi, nerde olacak ki!”
-
“Yok işte arabada ne yapcaz şimdi, yedeği de
yok”
-
“Ya Taner abi ses de benim işim mi, ben ne
biliyim” diye isyan etti sonunda her zamanki sesinden iki volum yüksek bir
sesle.
-
“Ne sesini yükseltiyorsun len bana, kim kaybetti
o zaman bu sesi” diye bağırdı Taner.
-
“ Ben kaybettim amk. Ne yapcan dövücen mi?” diye
dayanamadım lafa girdim.
-
“ Sen ne karışıyorsun len” dedi.
-
“ Len deme siktirme belanı, ne dikleniyorsun
dövecek gibi.” dedim.
Araya sunucunun asistanı girip
Taner’i yanımızdan uzaklaştırdı. “Böyle delikanlıyım, sikerim adamı” temalı
kendimi övme diyaloğu değildi anlattıklarım. Sakat birine tekme atan birini
görünce ne yaparsanız ben de onu yaptım. Bir de kameramanın korkak olduğunu
tahmin etmiştim. Yaptığım gider yanıma kar kalmıştı. Taner o günden sonra yavşayıp
duruyordu bana. Korkmuştu. Rıfat’ın kahramanı olmuştum. Kendisi de
cesaretlenmek yerine koruyucu kanatlarımın altına girmeyi tercih etmişti.
Otel odasında sunucu dışında
hepimiz ikili kalıyorduk. Hiyerarşi piramidinin en altında kalan ben ve Rıfat
aynı odayı paylaşıyorduk. Rıfat çok konuşmazdı odada. Akşam yemeğini yedikten
sonra duşunu alır, karısını arar ve yatardı. Uyuduğundan emin olmadığım için
ben de eşimle rahat konuşmak için otel koridoruna çıkardım. Ekipte bir tek
sunucu yatağında taşaklarıyla oynayıp sevgilisiyle rahat rahat konuşabiliyordu.
Sabah kahvaltısındaydık.
Kahvaltıya en erken kameraman Taner iniyordu. Bu alanda bayrağı kimseye
kaptırmıyordu. Yemekhanecilerle birlikte uyanıyordu pezevenk. Rıfat kahvaltıda
üç tane haşlanmış yumurta yerdi. Çok seviyordu yumurtayı ama yumurtayı soyma
konusunda çok beceriksizdi. Yumurtaları soyarken çok zaman kaybettiği için
peynir ve reçelin zamanından çalıyordu.
-
“Abicim bak yumurtanın her tarafını kırdığın
için yumurta kabuğu birçok küçük parçacığa bölünüyor ve hepsini ayıklamak
zorunda kalıyorsun. Eğer sadece bir yerinden kırarsan büyük bir iki parçayla
hemen soyabilirsin.” diyerek teknik dehamı insanlığın hizmetine sundum.
-
“Len Mardinli senin kafa çalışıyor he” dedi
Rıfat.
O gün Rıfatla bizi zor bir gün
bekliyordu. Resim sergisi vardı yine ve bütün resimleri sergi alanına taşıyıp
asmamız lazımdı. Anadolu halkının sergiye ilgisi az değildi. Hiç yoktu.
Programda göt olmayalım diye vali, kaymakam ve belediye başkanlarını falan
davet ediyorduk. Bu isimlerin etrafında da zaten en az yirmi otuz yalaka insan
oluyordu.
Sergimiz hazırdı. Resmi
büyüklerle birlikte en az elli-altmış insan vardı sergide. Vali hangi resme
yürüse arkasından elli kişi aynı resme gidiyordu. Vali horozlu bir resmin
önünde durarak,
-
“Bu resimdeki horoz mu?”(soyut çizilmiş bir
horozdu)
-
“Evet, biliyorsunuz horoz Anadolu’da kutsaldır”
dedi ressam ve ben devamını dinleyemedim. Horoz’un kutsal olduğunu ilk defa
duyuyordum. Tavuk siken ve kasapta on liraya eti satılan horozun neresi
kutsaldı. Devam ediyordu ressam
-
“Efendim! Anadolu’ya çağdaş sanatı taşıyorum” bu
da yalandı. Benle Rıfat taşıyorduk hepsini. Valiyi görünce ne olduğunu merak
ederek yanlışlıkla sergiye katılmış olan iki köylüden biri
-
“Bana bak hele ne anlatıyo bu” dedi ressama
-
“Siz ne anlıyorsanız resim odur”
-
“Valla ben hiçbir şey anlamayom”dedi. Diğer
köylü lafa girerek
-
“Lan bizim garılara versen bunları odun diye
sobaya atar” diyerek kankasıyla gülüştüler.
Akşam yorgun bir şekilde otele
döndük. Rıfat yine benden önce yataktaydı. Benim uykum hemen gelmedi. Rıfat’ın
yediği yumurtalar etkisini göstermeye başlamıştı. Havalandırmak için odanın
penceresini açtım. İçerisi soğumuştu. Pencereyi kapatıp yatağa geçtim. Uykuya
daldıktan birkaç saat sonra odadaki tıkırtı sesleriyle uyandım. Rıfat dolaptan
bir horoz çıkarıyordu. Horozu karşısına alıp isteklerde bulunuyordu. Batırdığı
dükkanın on iki binliralık borcunu ödemesi için kendisine dileklerde
bulunuyordu. Sergide anlatılan horoz kutsaldır muhabbetine inanmıştı galiba.
Horoza çok zor durumda olduğunu, iflasın sebebinin kayınbabası ve kayınçosu
olduğunu söylüyordu. Ondan sürekli borç isteyip geri vermiyorlarmış. Ayakları
bağlı olan horozun kaçacak yeri olmadığı için onu dinliyordu. Rıfatın dileğinin
gerçekleşmesi için horozun yumurtlaması lazımmış. Rıfat beni görüpte utanmasın
diye uyuyor numarası yaptım. O da duasını ettikten sonra horozu yerine koyup
uyudu.
Sabahleyin otel odasında horoz
sesiyle uyandık. Horoz ötünce mecburen durumu bana anlatmak zorunda kaldı.
-
“Buranın horoz eti meşhurmuş, hanımla yeriz diye
aldım.”
-
“Kes öyle götür o zaman abi, böyle mi
taşıycaksın”
-
“Kesip götürürsen lezzeti kaçarmış”
-
“Dikkat et o zaman da kendisi kaçmasın”
Ertesi gün Çorum Boğazköy’deydik.
Eski adıyla Hititlerin başkenti Hattuşa. Bir arkeolog eşliğinde tarihi yerden
görüntüler alıyorduk. Bizden başka bir de Japon turistler vardı. Nereye çekime
gittiysek istisnasız Japon turistlere denk geldik. Her ne kadar bu muhabbet
alay konusu olsa da adamlara helal olsun demekten kendimi alamadım. Tabi ki her
TV programının gösterdiği yaratıcılığı biz de gösterip Japonlara programımızın
ismini söylettik!
Hattuşa’da meşhur Aslanlı Kapı
vardır. Kapının bir tarafında bir aslan başı diğer tarafında bir aslan başı
vardır. Ama aslanlardan birisinin kafasını defineciler içinde altın vardır diye
parçalamışlar. Arkeolog ve Japonlarla birlikte “Nıç Nıç cehalet, katliam,
vahşilik” diye definecilere kin kustuk. Birkaç trilyon para için yapılacak
şeymiydi yani. Bir insanlık mirasını böyle hunharca katletmek ne demekti. Kederimizden
ölecektik.
Çekimleri tamamlayıp
arabalarımıza bindik. Benle Rıfat her zamanki gibi aynı arabadaydık. Rıfat çok
netti. “ Sikerim aslanın başını, burda ne altın vardır amk. Bir dahakine
dedektörle gelecem.”
Otele dönerken yan şeritten
motorun üstünde bir genç ellerini direksiyondan bırakarak geliyordu. Yüksekliği
yerden yaklaşık yirmi metre olan bir köprünün üstünde motorla karşılaştık.
Rıfat birden direksiyonu çocuğun üstüne kırıp onu korkuttu. Elleri direksiyonda
olmayan motorcu dengesini kaybetti ve az daha köprüden uçuyordu. Neyse ki çocuk
dengesini tekrar sağlayabildi ve kendisini ölümden bizi de cinayetten kurtardı.
-
“ Ne yapıyosun abi, çocuğu öldürüyordun”
-
“O da artistlik yapmasın amk.” Dedi gülerek.
Hoşuna gitmişti korkması.
-
“ Artistlik yapsa bile öldürecek miyiz abi
adamı. Şans eseri yaşıyor çocuk. Korkutma beni amk.”
Odaya girdiğimde Rıfat horozu
otalığa salmıştı. “Çok bağlı kaldı hayvan,sıkılmıştır, yazıktır biraz yürüsün.”
dedi. “Televizyon da açsaydın” dedim. Durmadan ötüyor ve sağa sola sıçrayıp
sıçıyordu. Rıfat donla yatağa uzanmış,
ağzında sigarası karısıyla konuşuyordu. “Otel odasında sigara içmek yasak abi”
diyecek oldum ama horozu hatırlayınca sustum. “Ben horozu biraz gezdirip
geleyim” diyerek çıktı Rıfat. Gezdirme bahaneydi. Borçlarını horoza hatırlatıp
gelecekti.
Çekim yaptığımız ertesi günün
akşamında kötü bir haber aldık. Daha doğrusu Rıfat aldı. Babası ölmüştü. Çok
ağladı. Teselli etmeye çalıştık. “Hayat devam ediyor, bak ne güzel ele ayağa
düşmeden öldü. Böyle hayırlı ölüm versin Allah hepimize” dedik. Hem ağlıyor hem
dinliyordu. Acilen ekipten ayrılıp babasının cenaze törenine gitmek zorunda
kaldı.
Odaya döndüm ve ilk işim horozdan kurtulmak olacaktı. Dolabı
açtığımda horoz hala bağlı duruyordu. İnanmayacaksınız ama yanında bir de
yumurta vardı. Bir adet haşlanmış yumurta.
6 Kasım 2014 PAT
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder